Yemen krizinde Pakistan’dan Suudilere ret
Pakistan Başbakanı Navaz Şerif bu hafta şaşırtıcı ve oldukça keskin bir tavırla ülkesinin Yemen’deki harekâta katılması için Suudi Arabistan’dan gelen talebi geri çevirdi.
Bruce Riedel bu konuda şöyle yazıyor: “Pakistan lideri, Pakistan askerleri olsun veya olmasın Suudilerin Yemen’de kara savaşı başlatması hâlinde bataklığa saplanacağına inanıyor. Kısaca Suudilerin boylarından büyük bir işe kalkıştığını düşünüyor. Nitekim Mısır’ın 1960’lardaki Yemen tecrübesi Pakistan’ın, bilhassa da ordunun hafızasında yer etmiştir. Bugün Husilere destek veren Zeydi aşiretlerle savaşan Mısır, 20 bin ölü ve yaralıyı bulan bir zayiat vermişti.”
Wall Street Journal gazetesine göre hastanelerin, okulların ve bir mülteci kampının vurulduğu Suudi hava saldırılarında bugüne dek 648 sivil hayatını kaybetti. ABD’li yetkililer de dünyanın en yoksul ülkelerinden birini hedef alan Suudi harekâtına karşı usul usul çekinceler dile getirmeye başladı.
Bu hafta Washington’da ABD Başkanı Barack Obama ile görüşen Irak Başbakanı Haydar El Abadi Yemen’e yönelik Suudi saldırılarının geniş çaplı bir mezhep savaşını tetikleyebileceği uyarısında bulundu. Bağdat’tan bildiren Adnan Abu Zeed de Yemen savaşının Irak’taki Sünni-Şii husumetini derinleştirdiğini aktarıyor.
Mohammad Ali Shabani, Yemen iç savaşına diplomatik çözüm öneren İran’ın Suudi Arabistan’dan çok daha olgun bir yaklaşım sergilediğini yazıyor: “Yemen’deki savaşın ne zaman sona ereceği belli değil ama şu açık ki İran, yürüttüğü diplomasiyle Suudi Arabistan’ın silah ve para gücüne etkili bir karşılık veriyor. Nitekim Yemen savaşının hedefleri gittikçe bulanıklaşırken Suudi Arabistan ve müttefikleri çok geçmeden bataklığa saplandıklarını görebilir.”
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah da Beyrut’ta 17 Nisan’da yaptığı konuşmada hava saldırılarının sona ermesi ve müzakerelere başlanması için İran tarafından yapılan çağrıyı gündeme getirdi. Ali Hashem bu konuşmayı şöyle aktarıyor: “İran’ın diyalog çağrısına değinen Nasrallah, Tahran’ın Suudi Arabistan’la görüşmeye hazır olduğunu ancak Suudi Arabistan’ın ‘her yerde, Irak’ta, Suriye’de ve Lübnan’da başarısız olduğunu ve masaya oturmadan önce bir başarı elde etmeye çalıştığı için inat ettiğini’ söyledi.”
Ahmed Fouad ise Yemen tartışmasının Müslüman Kardeşler’i bile böldüğünü aktarıyor: “Müslüman Kardeşler Mısır askerinin Kararlı Fırtına Harekâtı’nda yer almasına karşı çıkarken, Islah Partisi (Müslüman Kardeşler’in Yemen’deki siyasi kolu) ve Müslüman Kardeşler’e mensup Yemenli aktivist Tevekkül Karman harekâta destek ifade etti. Islah Partisi ve Karman harekâta katılan tüm Arap güçlerine teşekkür etti, Körfez ülkelerine veya Mısır’a herhangi bir eleştiri yöneltmedi. Aksine Karman bunları Twitter’daki mesajlarında özellikle övdü.”
Hamaney’in “en önemli mesajı”
İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’in 9 Nisan’daki açıklaması yankı bulmaya devam ediyor. Hamaney, “Karşı taraf (nükleer) müzakerelerdeki muğlaklığını giderirse bu onlarla başka konularda da müzakere edebileceğimizi gösteren bir tecrübe olur.” demişti. Bu sözlere değinen Seyed Hossein Mousavian, İran ile ABD arasında bir “iş birliği alanları kataloğu” oluşabileceğini ve bunun “Suriye ve Irak’ta İslam Devleti’yle mücadele, uzayıp giden Suriye krizi ve yeni gelişen Yemen krizi” gibi konuların yanı sıra “Orta Doğu’da aşırıcılık, terörizm ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele” gibi meseleleri kapsayabileceğini kaydediyor.
Ali Hashem’in de geçen hafta aktardığı gibi Hamaney’in bu sözleri “nükleer çerçeveden çıkan en önemli mesaj olabilir”.
İranlı aktivistler kuşkulu
İran halkının büyük bir çoğunlukla nükleer müzakereleri desteklediği görülüyor. Ancak Behdad Bordbar birçok aktivistin nükleer anlaşmanın insan hakları alanında iyileşmeye yol açacağı konusunda kuşkulu olduğunu aktarıyor.
Bordbar şöyle yazıyor: “Al-Monitor’a konuşan aktivistler, nükleer anlaşmanın İran’da insan hakları durumuna hemen olumlu yansıyacağından şüpheliydi. Ancak birçoğu, ekonomik sıkıntılar nedeniyle bozulan yaşam standartlarının yükselmesi için ekonomik koşulların iyileşmesi gerektiği konusunda hemfikirdi.”
Rusya’nın füze satışı İsrail için “nakavt darbesi” mi?
Ben Caspit, karadan havaya S-300 füze sistemlerinin İran’a satışını askıya alan Rusya’nın bu kararı kaldırarak ABD’nin İsrail’in güvenliğine ilişkin verdiği taahhütlere “nakavt darbesi” vurduğunu belirtiyor.
Kudüs’ten bildiren Caspit şöyle yazıyor: “Amerikalılar yaptırımları kaldırmaya dönük henüz kesin bir karar olmadığını anlatmaya ve göstermeye çalışıyor, bu konuda ikna çabaları sarf ediyordu. Her şey tam olarak netleşip çözüme bağlanmadan yaptırımları kaldırma niyetleri olmadığını, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin herhangi bir takvimin belirlenmediğini, ABD’nin nihai anlaşma imzalanır imzalanmaz yaptırımların hemen kaldırılmasına karşı olduğunu söylüyorlardı. Gel gör ki Putin ortaya çıktı ve bu teoriye bir nakavt darbesi indirdi.”
Paul Saunders de Rusya’nın bu açıklama için seçtiği zamanlamayı “dikkat çekici” olarak tanımlıyor. Füze sisteminin İran’a satışını öngören sözleşme 2007’de yapılmış ancak Rusya, İran konusunda Batı ve İsrail’e jest yaparak satışı 2010’da durdurmuştu. Saunders geçen haftaki yazısında Rusya’nın füze satışını gerçekleştireceğini ancak bunu nükleer müzakereler tamamlanınca yapacağını öngörmüştü.
Saunders’e göre “Nükleer anlaşma BM yaptırımlarının kaldırılmasıyla sonuçlanırsa Moskova İran’ın iyi niyetine ihtiyaç duyacak. ABD bazı yaptırımları tek taraflı sürdürse bile Rus şirketler muhtemelen Çin, Hindistan ve Avrupa’dan güçlü bir rekabetle karşılaşacak.”
Devlet Başkanı Vladimir Putin bu kararıyla Batı’ya ve milliyetçi tabanına Rusya’nın İran meselesinde ABD’nin peşinden gözü kapalı gitmediği, kendi çıkarlarını gözettiği mesajını da veriyor olabilir. Bu hamle ayrıca ABD’nin Doğu Avrupa’da kurduğu füze savunma sistemlerine Rusya’nın gösterdiği tepkiyle de ilintili olabilir.
Halep’teki Hayırlı Cuma katliamı
Halep’teki Hristiyanların bitmeyen çilesine dikkat çeken Edward Dark, Hristiyan takviminin en kutsal günlerinden biri sayılan 10 Nisan Hayırlı Cuma gününde yaşanan saldırıyı aktarıyor.
Dark şöyle yazıyor: “Halep’in batısında, başlıca cephe hatlarından birinin yakınında bulunan Hristiyan yoğunluklu Süleymaniye Mahallesi’ne isyancılar gece boyu roket ve mermi yağdırırken bölgede panik hâkimdi. Binalar yıkıldı, onlarca insan can verdi veya yaralandı, birçoğu da yıkıntıların altında mahsur kaldı. Mahalle sakinleri karanlıkta oraya buraya kaçışırken ambülanslar, itfaiye araçları ve kurtarma ekipleri katliama müdahale etmeye çalışıyordu. Kentin üstüne çöken karanlık korku ve dehşet havasını daha da artırıyordu. Zira İslamcı grupların 28 Mart’ta İdlib vilayet merkezini ele geçirmesiyle yaşamsal altyapı çökmüş ve Halep neredeyse tümden elektriksiz kalmış, iletişim ve internet olanakları son derece kısıtlı hâle gelmişti.”
Dark devamında şu tespitte bulunuyor: “Bölgenin ve uluslararası toplumun ilgisi Yemen gibi başka sıcak noktalara kayarken Halep’teki Hayırlı Cuma katliamı da sıradan bir kargaşa olarak kalacak, Suriye’deki bitmeyen dehşeti kanıksayan dünya kamuoyunun kolayca unuttuğu uzun katliamlar listesinde bir dipnot olarak kayda geçecek. Merhamet yorgunluğu herkesin üstüne çökmüş durumda.”
Al-Monitor’un geçtiğimiz günlerde aktardığı gibi Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil, İslam Devleti’nin (İD) zulmüne uğrayan Hristiyanların ve diğer azınlıkların korunması ve bu toplulukların bölgeden kaçışının durdurulması için BM Güvenlik Konseyi’ne çağrıda bulunmuştu.
Yine Halep’ten bildiren Mohammed al-Khatieb ise şu gelişmeleri aktarıyor: “İD’in Şam Cephesi’nin karargâhına düzenlediği iki intihar saldırısı sadece bu gruba yönelik bir mesaj olarak yorumlanamaz. Bu saldırılar, durumun daha da tırmanacağını gösteren bir girizgâh olarak görülmeli. Bu gelişmeler, kaçınılmaz olarak iki taraf arasında (İD ve Suriyeli isyancılar) çatışmaya yol açacak. İD, bu cephedeki dengenin şu an kendi lehine olmasından faydalanıyor. Uluslararası koalisyonun buradaki yokluğu ve isyancıların dağılmış olması bir yana Halep kentini kuşatmaya çalışan rejim de Halep’in kuzey kırsalındaki saldırılarla uğraşıyor.”
‘Sıfır sorun’ politikası geri mi dönüyor?
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İran’ın bölgeyi “domine etme gayreti” içinde olduğunu söyledikten birkaç gün sonra Tahran’da İranlı mevkidaşı Hasan Ruhani ile el ele yürüyordu. Bu tuhaf manzara Ankara’nın daha az çatışmacı, daha az mezhepçi bir politikaya yöneldiğinin işareti olabilir. Belki…
Semih İdiz bu konuda şöyle yazıyor: “AKP hükümeti aşırı iddialı siyasetinin bölgenin acı, asırlık ve kısa zamanda değişeceğe benzemeyen realiteleriyle bağdaşmadığını yaşayarak öğrendi. Ankara, Türkiye için tehlikeli sonuçlar üretmeye gebe krizlerin içine gömüldü.”
Erdoğan ve AKP destekçilerinin Arap Baharı olarak anılan olaylarla birlikte “komşularla sıfır sorun” politikasını Türkiye gibi bölgesel bir güç için “zayıf ve çapsız” görmeye başladığını belirten İdiz şöyle devam ediyor: “Zira Türkiye’nin Orta Doğu’daki yeni düzende öncü rol oynaması gerektiğine inanıyorlardı. Bu rüya şimdi sona ermiş gibi görünüyor. Ankara’da görev yapan Batılı diplomatlar da Türkiye’nin orta bir noktaya yaklaşmasının memnuniyet verici olduğunu söylüyor. Konunun hassasiyeti nedeniyle isimlerinin açıklanmaması kaydıyla Al-Monitor’a konuşan diplomatlar bu yaklaşımın Türkiye’ye bölgede şu ankinden daha geniş ve olumlu bir rol oynama şansı vereceğine işaret ediyorlar. Diplomatlar bunun ancak Erdoğan’ın Sünni temelli ideolojik oryantasyonundan samimi bir şekilde sıyrılması ve gerçekten mezhepçi olmayan bir çizgi benimsemesiyle mümkün olabileceğini de ekliyorlar.”