4 Kasım’da Suudi Arabistan’da bulunduğu sırada ve görünüşe göre baskı altında istifasını açıklayan Lübnan Başbakanı Saad Hariri, istifasını erteleyerek ülkesinin egemenliği lehine ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın Lübnan’a müdahalesine karşı tavır aldı.
Suudi Arabistan’da neler yaşandığı ve bundan sonra neler olacağı konusunda Hariri’nin “kendi vicdanının mahkemesinde kendi kendine tanık” olduğunu yazmıştık. Hariri, Prens Muhammed’in dayatması doğrultusunda istifa edip İran’la Hizbullah’a karşı muhalefet başlatsaydı Lübnan siyasetinde muhtemelen büyük bir tepkiyle karşılaşır, hem kendisi hem destekçileri feci bir itibar kaybıyla bedel öderdi. Bölgesel bir gücün talimatıyla “egemenlik” savunuculuğu yapılabileceğine kimse ikna olmadı. Kaldı ki Hizbullah bugün sıkça İran’ın “vekili” olarak tanımlansa da Lübnan’da güçlü bir halk tabanına sahip siyasi bir partidir.
Hariri’nin görevde kalma kararıyla Lübnan’daki siyasi merkez en azından şimdilik ayakta kaldı. Hariri’nin yanı sıra Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Aun ile Lübnan halkının da hakkını vermek lazım. Aun sağlam bir devlet adamlığı sergilerken Lübnan halkı da direnç göstererek Suudi yapımı bu fiyaskoyu aştı. Hariri 22 Ekim’de “Lübnan’ın ilk savunma hattı olmak için beraber devam ediyoruz.” dedi. Bu sözler, birçok zorlukla karşı karşıya olan Lübnan için bir kenetlenme noktası olmalı.
Ancak bu hikâyenin sonu henüz yazılmış değil. Hariri ailesinin sahip olduğu Riyad merkezli inşaat şirketi Saudi Oger’e dikkat çeken Wall Street Journal gazetesi şöyle yazıyor: “Eski çalışanlarına göre şirket şu an eski personelinin milyonlarca doları bulan ödenmemiş maaşlarını ödeyebilmek için başlıca müşterisi olan Suudi hükümetine bel bağlıyor. Dahası eski bir üst düzey yöneticiye göre şirketin mali işleri Suudi makamlar tarafından inceleniyor.”
Veliaht prens bölgede tökezlerken İran yoluna devam ediyor. Prensin Lübnan’a müdahalesi, sahip olduğu etki gücünün sınırlarını ve neticede İran’a yarayan fevri bölgesel politikalarının bedelini bir kez daha gözler önüne serdi.
Örneğin Yemen Suudi Arabistan için bir fiyaskoya, bir bataklığa dönüşmüş durumda. Yemen’deki durumu “dünyanın en büyük insani felaketi” diye tanımlayan Bruce Riedel 7 milyon insanın açlıkla karşı karşıya olduğunu vurguluyor.
Riedel şöyle devam ediyor: “Riyad’ın savaşı kazanacak bir stratejisi yok. Cephe hatlarında aylardır neredeyse hiçbir değişiklik olmadı. Husiler mücadeleden vazgeçecekmiş gibi durmuyor. Hava saldırılarını sürdürerek sonuç almak mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Suudilerin varsayılan stratejisi kitlesel açlık ve hastalığa bel bağlayarak Yemen halkını yıldırmaktan ibaret. Bu felaketin sürmesinde savaşın tüm tarafları pay sahibi olsa da açlık ve koleranın başlıca sebebi abluka ve hava saldırılarıdır. Suudi yönetimi yaptıklarından sorumlu tutulmalıdır. Açlık çektirme stratejisi kabul edilemez.”
Giorgio Cafiero ise savaşın İslam Devleti’nin (İD) Yemen’deki koluna alan yarattığına dikkat çekiyor: “Uluslararası tanımaya sahip merkezi hükümet tamamen etkisiz olmaya devam ederken çatışmaların sürmesi İD-Yemen’e yeni imkânlar sunacak, istismar edilecek yeni mağduriyetler yaratacak. İD-Yemen, Doğu Akdeniz bölgesinden daha iyi eğitilmiş, daha tecrübeli savaşçıları saflarına çekerse Yemen’in güneyinde giderek daha ciddi, daha etkili bir güç haline gelebilir. Bu da ülkedeki iç savaşa, yükselen açlık tehlikesine yeni bir karmaşa ve istikrarsızlık boyutu katacak.”
Suudi Arabistan’ın Katar’ı tecrit etmesi ise Körfez İşbirliği Konseyi’nin birliğini bozdu ve bu da İran için adeta gökten gelen bir lütuf oldu. Giorgio Cafiero ‘Terör Karşıtı Dörtlü’yü oluşturan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn’in Türkiye ve İran’a yönelik farklı yaklaşımlar benimsediklerini ve bu nedenle yeni bir bölgesel denge oluşturmakta zorlanacaklarına dikkat çekiyor. Bu arada hem Suriye hem Irak yönetimleriyle ittifak eden İran her iki ülkede kazançlı çıkıyor. Suudi Arabistan ise buralarda bir köprübaşı tutmak için çırpınıyor.
Muhammed’in hüsran verici karnesi kazanım algısı yaratan başka bir alana da yansıyabilir: İsrail’le Filistin arasında bir anlaşma sağlamak ve İran’ı engellemek amacıyla Suudi Arabistan’la İsrail arasında oluşmakta olan ve artık sır olmaktan çıkan mutabakat. Ben Caspit bu konuda şöyle yazıyor: “İsrail ve Suudi Arabistan’dan barış haberi yakında gelmez. Ancak Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın önderlik ettiği Sünni ittifakta İsrail gayri resmi olarak yer alıyor. Genç prens peş peşe attığı cüretkâr adımlarla son iki yıldır Orta Doğu’yu ateşe atıyor.”
Adnan Abu Amer’in de aktardığı gibi bölgesel iklime bakıldığında Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas Suudi baskısına boyun eğerek bir barış anlaşmasını kabul eder mi yoksa istifa yolunu mu seçer sorusu gündeme geliyor. Suudi Arabistan’ın Filistin tarafını “halletme” gücüne sahip olup olmadığı tartışmaya açık.
Trump yönetimi, Orta Doğu’da kazanan bir tarafı desteklemek istiyorsa Riyad’a koşulsuz sunulmuş gibi görünen aşkı gözden geçirebilir. Doğal olarak ABD’nin stratejisi ve konumlanmasında Suudi Arabistan önemli bir sütun olmalı. Ancak mevcut karneye bakıldığında Washington itidal telkin etmekte gecikmiş görünüyor. Geçtiğimiz günlerde de vurguladığımız gibi “Trump yönetimi, veliaht prense İran’la her türlü çatışmada arkasında olmadığı mesajını net bir şekilde vermeli, ayrıca Tahran’la Riyad arasında fazlasıyla gecikmiş olan ama büyük önem taşıyan diplomatik kulvarı açmak için uğraş vermeli.”
Lübnan halkının egemenliğine sahip çıkarak, müdahaleye karşı koyarak gösterdiği örnek cesaret küçümsenemez. Suudi-İran ve İsrail-İran fay hatlarının kesiştiği noktada bulunan, 1,5 milyonu aşkın Suriyeli mülteciyi barındıran Lübnan’ın bu coğrafyadan kaçması mümkün değil. Lübnan’da farklı bir trendin yükseldiği, farklı bir nabzın attığı yadsınamaz, göz ardı edilemez. Bizler daha 2014’te Lübnan’da mezhepçiliği geride bırakacak heyecan verici yeni bir toplumsal sözleşmenin filizlenmekte olabileceğini öne sürmüş ve şöyle yazmıştık: “Mısır ve Suriye’deki ayaklanmalar şiddetin ve bölgesel-ideolojik çıkarların tuzağına hızla düştü, başarısızlığa uğrayarak umutları söndürdü. Lübnan için bu örneklerin yanı sıra kendi trajik geçmişi de var. Bu tecrübeler sayesinde Lübnan yeni bir yönetim yaklaşımının beşiği olabilir ve böylece bir zamanlar Arap Baharı diye anılan olayların söylem ve sahte vaatlerine kurban gitmeden kendi potansiyelini gerçekleştirebilir.”