Türkiye’nin Suriye politikası hükümetin bir türlü sönümlenemeyen bölgesel hevesleri, devletin ulusal güvenliğe dayalı öncelikleri, Astana sürecindeki ortakların koşulları ve sahanın dayatmaları arasında yaşanan zikzaklarla şekilleniyor. Astana’da kararlaştırılan çatışmasızlık bölgesi oluşturma planı çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) İdlib’e konuşlandırılmasında da bu sıkışmışlığı görüyoruz. Hayal edilen, eldeki verilerle planlanan ve sahaya yansıyanlar arasındaki tutarsızlıklar da bu sıkışıklığın ve gelgitlerin bir sonucu. Ta 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan beri “Eğer sahada olsaydık Orta Doğu’daki gelişmeler Türkiye’nin aleyhine olmazdı” şeklinde dillendirilen çıkarım bölgeye dair tarihsel tutkuları olan bütün siyasal hareketlerin amentüsü haline geldi. AKP yönetimi de bu geleneğin en çıplak örneğini temsil ediyor.
Ağustos 2016’dan itibaren İslam Devleti’ne (İD) müdahale görüntüsüyle Fırat Kalkanı Harekâtı ile Kürtlerin önünü kesmeye yönelik müdahale iktidarda büyük bir haz bıraktı. Sonunda sahada olma hedefine ulaşıldı. Saha avantajı iktidara Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olma ve Türkiye’nin güney sınırlarında bir Kürt koridorunu önleme imkânı verdiğini düşündürttü. İki yönlü bu motivasyon İdlib için de geçerli: Suriye’nin geleceğini şekillendirecek siyasi müzakere sürecinde söz sahibi olma ve
Kürt koridorunun batıdaki parçası olan Afrin’i kuşatma.