Türkiye’nin güçlü adamı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, arzuladığı başkanlık rejiminin anayasası için kampanyasını fiilen başlatmış görünüyor. “Türkiye’de miadını dolduran parlamenter sistemin yerine başkanlık rejiminin kurulması gerektiği” mesajı, bir süredir hem Erdoğan hem de medyası tarafından daha sık veriliyor. Erdoğan bu amaçla partisi AKP’yi de harekete geçirdi.
Erdoğan’ın gündemindeki başkanlık rejiminin gerçekte ne olduğunu anlamak için en doğrusu, bunu kendi ifadelerinden yola çıkarak tarif etmektir. Zaten Erdoğan amaçları konusunda olabildiğince açık konuşuyor ve niyetinin ne olduğu hakkında spekülasyonu gereksiz kılan ipuçlarını kendi ağızıyla veriyor.
Erdoğan, kendisini destekleyen “sivil toplum kuruluşları”nın temsilcilerine hitaben 28 Ocak’ta Ankara’da yaptığı bir konuşmada, “Türk tipi başkanlık” diye adlandırdığı rejim için istediği anayasal çerçeveyi bir kez daha tarif etti.
Erdoğan’a göre yeni anayasanın ruhu “güçler arasında çatışma yerine uyum ve denge, birbirlerini yıpratma yerine destekleme” mantığıyla oluşturulmalıydı...
“Yürütme meselesi” yeni anayasa çalışmalarının “düğüm noktası”nı teşkil etmeliydi...
Başkanlık sisteminin sağlayacağı “mutlak istikrar ortamı” ile Türkiye terörden ve terörle ilişkili risklerden korunacaktı...
Bu ifadeler, Erdoğan’ın en hafif tabiriyle bir otoriter rejim anayasasının özlemi içinde olduğunu yeterince açık biçimde ortaya koyuyor. Erdoğan’ın niyeti demokrasi olsaydı, bunun asgari koşullarından biri olan güçler ayrılığını “güçler çatışması” olarak takdim edip reddetmezdi. Erdoğan, “güçler ayrılığı”nı atarak yerine “güçlerin uyumu ve birbirini desteklemesi” gibi demokrasilerdeki kontrol ve denge mekanizmalarını dışlayan bir mefhumu koyuyor. Güçler arasındaki dengenin “düğüm noktası”nı yürütmenin teşkil ettiği, bütün yürütme gücünün de “başkan”ın elinde toplandığı bir rejimin Türkiye’de diktatörlükten başka bir anlam taşımayacağı çok açık. İlaveten, Erdoğan’ın sözünü ettiği “mutlak istikrar”ın demokrasiye yabancı ve fakat dikta rejimlerine özgü bir kavram olduğu gözlerden kaçmamalı.
Erdoğan istediği otoriter başkanlık rejimi anayasasını “yerli ve milli” olarak niteliyor. Bu söylemi 28 Ocak’taki konuşmasında da kullandı: “Türkiye’de bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir, yerli değildir. İthal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hakim oldu. (...) Kadim yönetim geleneğimize yaslanan bir anaysa Türk tipi anayasadır.”
Erdoğan’ın Türkiye’ye hangi rejimi layık gördüğü bu sözlerindeki imadan da anlaşılıyor. Türkiye tarihini bilenlerin takdir edeceği gibi demokrasi, güçler ayrılığı, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, insan hakları, eşitlik, çoğulculuk, katılımcılık ve sair kavramların hepsi de aslında Batı’dan ithaldir. Türkiye’ye ithal edilmeyip yerli ve kadim olan tek “yönetim geleneği”, despotizm, sultanlık, mutlakiyet ve pederşahi yönetim biçimleridir.
Erdoğan, Türkiye’nin “kadim yönetim geleneği”nden demokrasiyi kastetmiyorsa, bu “kadim”in günümüzdeki tezahürü en hafif deyimiyle otoriter rejimden başka bir şey olamaz.
Erdoğan’ın istediği rejimin tarifini kendi ağzından aldıktan sonra şimdi de sahip olduğu veya kullandığı vasıtalarla bunun için gerekli anayasal çerçeveyi nasıl inşa edebileceğine bakalım...
Bu açıdan Erdoğan rejiminin istediği yeni anayasayı yapmak için yürürlükteki anayasanın amir hükümlerine göre hareket edeceğini varsayıyoruz.
Erdoğan’ın partisi AKP, başkanlık anayasası taslağını 550 sandalyeli meclisten geçirip referanduma götürmek için gereken beşte üçlük çoğunluğa sahip değil. Bir başkanlık sistemi anayasası oylamasında AKP’nin hiç fire vermeyeceği varsayıldığında, iktidara muhalefet partilerinden en az 14 milletvekilinin desteği gerekiyor. Bu destek çeşitli meşru ya da gayrimeşru ikna yollarıyla sağlandığı takdirde, AKP muhalefet partileriyle uzlaşma gereğini duymadan anayasasını meclisten geçirip 2016 içinde referanduma götürebilir.
Bu 14 milletvekilinin tedarik edilememesi halinde, anayasa değişikliği için gerekli meclis çoğunluğunu elde etmenin yolu olarak geriye Türkiye’yi erken genel seçime götürmek kalıyor.
2015’te üst üste iki seçim yaşamış bir ülkeyi geçerli ve ikna edici bir neden olmadan yeniden seçime sürüklemek kolay değil tabii...
Bu amaçla Erdoğan rejiminin önümüzdeki dönemde izleyeceği muhtemel senaryo şu olacak: İlk aşamada Erdoğan, sonra medyası ve iktidar sözcüleri, başkanlık rejimine geçişin Türkiye için acil ve hayati bir ihtiyaç olduğuna Sünni muhafazakar seçmeni inandırmak için sürdürdükleri kampanyanın yoğunluğunu azami seviyeye çıkaracaklar.
Bu hedef kitlenin başkanlık rejimini, Türkiye’nin tarihi ve vazgeçilmez önemdeki hedefiymiş gibi algılamaya başladığı kamuoyu araştırmalarıyla saptandığı andan itibaren de erken seçim için düğmeye basılacak.
Erken seçimin muhtemel gerekçesini de Meclis’teki muhalefet partilerinin başkanlık sistemine karşı çıkarak Türkiye’nin önünü tıkadıkları iddiası oluşturacak. Dolayısıyla Türkiye’nin önünü açmak için sandıktan yeniden yetki istenecek.
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise erken seçime sıcak bakmadığını 26 Ocak’ta partisinin Meclis’teki grup toplantısında yaptığı konuşmayla gösterdi. Davutoğlu, “Türkiye erken seçime gidecek gibi aslı astarı olmayan spekülasyonlarla kafaları karıştırmaya çalışanlar var. Açık ve net ifade edeyim ki 1 Kasım seçimlerinde demokratik istikrarı bulan Türkiye’nin bugün itibarı ile erken seçim gibi bir gündemi yoktur” dedi.
Davutoğlu’nun aslında Erdoğan ve çevresini hedef alan bu sözlerinin, Erdoğan’ın hakim gücü ve iradesi karşısında pek bir anlam ifade etmeyeceğini belirtelim. Erdoğan’ın Türkiye’yi başkanlık sistemine götürme ısrarı sürdüğü müddetçe bir erken genel seçim olmaması için tek ön koşul, AKP’nin Meclis’te en az 14 muhalif milletvekilini başkanlık anayasasına destek vermeleri için ayartmasıdır.
Bu parametreler dahilinde, 2016 bitmeden Türkiye’de bir sandık kurulacakmış gibi görünüyor. Bu bir anayasa referandumu sandığı olabilir ya da bir erken genel seçim sandığı...
Bu sandık kurulana kadar oynanacak Makyavelist oyunun en önemli unsurlarından biri, “terör ve kaos tehdidi” olacak.
“Kaos korkusu”, AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde kaybettiği parlamento çoğunluğunu 1 Kasım seçimlerinde geri almasına yarayan bir numaralı faktördü.
1 Kasım öncesinde Sünni muhafazakar seçmenin AKP’de toparlanmasına hizmet eden “kaos tehdidi” bu kez Erdoğan’ın başkanlık hedefi doğrultusunda kullanıma sokuluyor. Bu taktiğin önemli bir işareti, Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen İslamcı gazete Yeni Akit’ten geldi. 28 Ocak tarihli Yeni Akit “Ya başkanlık, ya kaos” manşetiyle yayımlandı.
Bu başlık, Erdoğan’ın “başkanlık sisteminin getireceği mutlak istikrarın Türkiye’yi terörden koruyacağı” iddiasıyla aynı doğrultuda atılmıştı.
Süreklilik kazanmayan IŞİD terörü bir yana bırakılırsa, bu “kaos ve terör tehdidi”ni canlı tutan yegane unsur, PKK’ya karşı 24 Temmuz’da başlatılan savaştır.
Ve bu savaşın bir erken genel seçim ya da anayasa referandumundan önce Erdoğan rejimi ile Kürt hareketi arasında açık ya da zımni bir ateşkes vasıtasıyla sona ermesini beklemek aşırı iyimserlik olacaktır.
Çünkü Kürt hareketiyle herhangi bir anlaşma, iktidarın referandum veya seçimde hedeflediği milliyetçi oyları alamamasına neden olabilir ve diğer taraftan da HDP’ye oy kazandırabilir. Oysa bir erken seçimde Erdoğan’ın amacı hem MHP’nin hem de HDP’nin aynı anda yüzde 10’luk seçim barajının altında kalmasını temin etmektir. Bu sayede, her iki partinin bölgelerindeki en büyük rakibi AKP olduğundan, kazandıkları ve fakat ülke barajına takıldıkları için alamadıkları bütün milletvekillikleri AKP’ye gidecek, iktidar partisi Meclis’te anayasayı değiştirmek için yeterli çoğunluğu kazanacaktır.
Bu savaşın Kürt sorununun askeri çözümüne hizmet etmesi ise PKK’nın eriştiği bölgesel güç seviyesi ve İran, Irak ve Suriye’de sahip olduğu stratejik derinlik göz önüne alındığında, imkansızdır.
Kaldı ki savaş, Türkiye’nin Kürt sorununu, Çeçenistan ya da Sri Lanka’daki gibi askeri yoldan çözmek için değil, başkanlık sistemini gözeten iktidar hesaplarıyla yürütülüyor. Hesap ne olursa olsun, savaş kendi realitesini yaratmaktadır.
Kürt hareketinin taban ve örgütlülüğünün çok güçlü olduğu bazı il ve ilçelerde silahlı direnişi kırmak için ordu birliklerinin tank ve top gibi ağır silahlar kullanması sonucunda Suriye’dekine benzer bir yıkım tablosu oluşuyor. Şırnak, Cizre, Diyarbakır, Silopi ve Nusaybin gibi il ve ilçelerde Kürt siviller ağır insan hakları ihlalleriyle kolektif biçimde cezalandırılıyor ve halk göçe zorlanıyor. Bu felaket tablosunun Türkiye’ye çıkaracağı büyük toplumsal ve siyasal maliyetleri yönetmek kolay olmayacak.
Kaldı ki savaşı, Türkiye ve Rusya’yı her an sıcak çatışmaya dönüşebilecek bir soğuk savaşa sürükleyen Suriye’deki krizden ayrı düşünmek imkansızdır. Türkiye Kürt hareketini kendi elleriyle Rusya’ya itiyor.
Türkiye’deki rejimin siyasi hesabı ne olursa olsun, güneydoğusundaki savaş nedeniyle kendi Kürt sorununun kontrolünü yitirme riski ile karşı karşıyadır.