ABD-Rusya uzlaşısı Suriye’nin yakaladığı en büyük şans
Laura Rozen’in bu hafta Washington’dan aktardığı gibi Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, Rusya’nın Suriye’de ateşin durması konusunda “kendini bağladığını” belirtti. Ateşkes kararı 26 Şubat’ta BM Güvenlik Konseyi’nde oy birliğiyle kabul edildi.
Bu mutabakat başarısızlıkla sonuçlanabilir. Ancak biz mutabakatın niçin başarısız olabileceğini irdelemek yerine BM Güvenlik Konseyi’nin 2268 Sayılı Kararı ile ABD-Rusya ateşkes uzlaşısının potansiyel dönüm noktaları olduğu düşüncesinden hareket etmek istiyoruz. Bununla Suriye’de barışın kapıda olduğunu söylemiyoruz. Süreç kırılgan ve belirsiz. Ancak barışa giden tek yol Washington’la Moskova’nın iş birliğinden geçiyor. Dolayısıyla geçtiğimiz haftanın gelişmeleri bu yönde atılmış kocaman bir adım niteliğinde.
Anlaşma hedefler konusunda bilgi paylaşımını öngörüyor. Böylece Rusya, ABD’yle ittifak eden silahlı grupları hedef alıp almadığı konusunda sınanmış olacak. Bunun yanında süreç dikkatleri nihayet Ahrar El Şam gibi çeşitli cihatçı gruplarla El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi arasındaki iş birliğine çekiyor. Nusra Cephesi ve İslam Devleti (İD) ateşkes kapsamının dışında. Dolayısıyla koyu mezhepçi olan, dış güçlerce desteklenen ve bazen yanıltıcı şekilde “isyancı” diye tabir edilen bu cihatçı gruplar yaptıklarından nihayet sorumlu tutulacak. Bu sütun iki yılı aşkındır Suriye’deki cihatçı ve terörist grupları flulaştırma gayretlerine karşı uyarıyor. El Kaide’nin müttefiki ya da sempatizanı olan Ahrar El Şam ve Ceyş El İslam gibi örgütlerin Suriye’nin geleceğinde rolü ve yeri olmasını sağlayacak her türlü muğlaklığı reddediyoruz.
Rozen’in ve Wall Street Journal gazetesinin de bildirdiği gibi Obama yönetiminde Rusya’yla eş güdüme kuşkuyla bakanlar var. Bunlar, şu ana kadar sağlanan ilerlemeyi boşa çıkarmak için fırsat kolluyor olabilir. Bizler ateşkesin işlemesini, işlemezse de Obama yönetiminin sağduyulu çizgisini korumasını temenni ediyoruz.
Rusya’yla eş güdüm bozulursa terörle mücadeledeki iş birliği geriler ve Suriye’deki savaş alevlenir. Yönetimdeki şahinler, Rusya ve İran’ın Suriye’de geri püskürtülebileceğine inanıyorsa bu kişiler fantezi dünyasında yaşıyor. Moskova ve Tahran Suriye’de ABD’ninkinin çok ötesinde, muazzam bir yatırım yapmış durumdalar ve hiçbir yere gitmiyorlar. Ayrıca iki ülkenin şiddete yüksek bir toleransı var ki bu anlayış maalesef ABD’nin bölgesel müttefikleri tarafından da paylaşılıyor. Yönetimin Dışişleri Bakanı John Kerry önderliğinde verdiği diplomatik mücadeleyi sorgulamak değil alkışlamak gerekir. Tabii bu arada önümüzdeki süreçte birçok engelin olduğu da akıllardan çıkmamalı.
Türkiye de “kendini bağladı” mı?
Rusya Suriye’de “kendini bağladıysa” aynı soru Türkiye için de sorulabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Şubat’taki konuşmasında ABD’nin Suriye’deki Kürt gruplarıyla iş birliğini “koskoca bir yalan” olarak niteledi ve BM destekli ateşkese ilişkin kuşkucu ifadeler kullandı.
Erdoğan bu konuşmasından beş gün önce Başkan Barack Obama’yla bir telefon görüşmesi yapmıştı. Beyaz Saray görüşmeye ilişkin açıklamasında şöyle dedi: “Obama, YPG’nin yeni topraklar ele geçirmek için bölgedeki koşulları istismar etmemesi gerektiğini vurguladı, Türkiye’den ise bölgedeki topçu ateşini keserek mütekabil itidal göstermesini talep etti. (…) İki lider, ateşin durması konusunda geçen hafta Münih’te varılan anlayış birliğine destek ifade etti ve Esad rejiminin ılımlı muhalif güçlere yönelik hava saldırılarına son vermesini istedi.”
Erdoğan’ın Suriye’de şimdi hangi adımı atacağına gelince Obama Türkiye’yi sıkıştırmış durumda. Kadri Gürsel Türkiye’nin umutsuz ve başarısız Suriye politikasının nasıl evrildiğini anlatırken şu soruyu gündeme getiriyor: “‘Esad rejimini devirip Şam’da İslamcıları iktidar yapmak’ şeklinde özetlenebilecek Suriye politikası çok uzun zaman önce çökmüş, desteklediği cihatçılar ve sair radikal İslamcılar Rus destekli Suriye ordusu ve Kürtlerin silahlı gücü YPG karşısında sürekli gerileyen ve ‘Suriye’ye askeri müdahale’ niyetinden de vazgeçen Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin Suriye’ye yönelik iddialarını sürdürebilmek için bundan sonraki seçenekleri ne olabilir?”
Gürsel, Davutoğlu’nun El Cezire’ye yaptığı açıklamalara atfen Türkiye’nin silahlı gruplara geçmişte ve şu an verdiği desteği şöyle yorumluyor: “Bu sözler, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin Türkiye’yi Suriye’deki savaşın doğrudan tarafı hâline getirdiklerinin ifşaatı. Şam’daki rejim, topraklarını Ankara’nın rolü nedeniyle kontrol edemez hâle düşmüşse o hâlde Davutoğlu bu sözleriyle rejimin kontrol edemediği topraklara IŞİD’in, El Nusra’nın ve sair cihatçı ve radikal İslamcı güçlerin egemen olmasının tarihi sorumluluğunu da üstlenmiş oluyor. Rejim muhalifleri kendilerini Davutoğlu’nun tabiriyle Türkiye sayesinde savunabilmişlerse bu da ancak Türkiye’den gönderilen silahlar sayesinde olmuştur. Davutoğlu’nun bu sözleri silah yardımının dolaylı ikrarı niteliğindedir. Davutoğlu ‘desteğe devam edeceğiz’ dediğine göre bu destek ‘silah yardımı’nın devamını da çağrıştırır. Dolayısıyla Ankara müdahaleden vazgeçmiş olsa da sürdürdüğü bu pozisyon nedeniyle Rusya ile askeri çatışma ihtimali her zaman söz konusudur.”
Türk dış politika uzmanlarının nabzını tutan Semih İdiz de şu tespitte bulunuyor: “Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarında Ankara’nın dış politikası darmadağın oldu. Ortak kanıya göre bunun sebebi geleneksel dış politikanın terk edilmesi ve İslamcı bir çizginin benimsenmiş olmasıdır. Uzmanlar bu durumun bölgedeki kriz ortamında Ankara’nın seçeneklerini fazlasıyla azalttığını düşünüyor. (…) Dış politikada kinci bir yaklaşım izleyen AKP sözünü dinlemeyenleri dışlıyor ve neticede onlara düşman gözüyle bakıyor.”
Metin Gürcan ise Ankara’da 17 Şubat’ta askeri servisleri hedef alan ve 30 kişinin ölümüne yol açan bombalı araç saldırısının failine ilişkin aceleci ve kafa karıştırıcı açıklamaları ele alıyor. Gürcan şöyle yazıyor: “Ankara’nın saldırıya ilişkin stratejik söylemi 17 Şubat’ı takip eden yedi gün içinde tam üç kez değişti. Önce Başbakan Davutoğlu gibi en üst düzey isimlerden ‘saldırıyı YPG yaptı’ açıklamaları geldi. Ardından TAK’ın PYD’yi aklamak için olayı üstlendiğini iddia edildi. Son olarak saldırganın Abdülbaki Sömer olduğunun DNA testiyle kesinleşmesinin ardından ‘KCK’si, YPG’si, PKK’si TAK’ı hepsi bir’ yaklaşımı benimsendi. Böylelikle tüm bu örgütler aynı terör paketinin içine koyulmaya çalışıldı. Aslında Ankara Garı’nda gerçekleştirilen intihar saldırısının ardından da benzer bir yaklaşım benimsenmişti. (…) Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, özellikleri bilinemeyen ve sivil toplum örgütleriyle siyasi muhalefeti de tehlike olarak gören böylesine muğlak bir tehdit algısı güvenlik bürokrasisi için stratejik bir kafa karışıklığı demek. Peki, Ankara niçin bu saldırı sonrasında saldırganın kimliğini açıklama konusunda bu kadar aceleci davrandı ve ‘otomatik’ açıklamalara yöneldi? Bu soruya Ankara’da görüştüğüm kaynaklar derin bir sessizlikle yanıt veriyor. Bu sıralar Ankara’da bir soru sorduğunuzda aldığınız karşılık derin bir sessizlikse bu aslında Ankara’nın kriz yönetme mekanizmalarındaki tıkanıklığa ve ihtimali planlama konusundaki zayıflığa işaret ediyor. Bunun da temel sebebi Ankara’nın giderek toksikleşen siyasi havası ve bu havanın neden olduğu ‘gri’yi yönetememe zafiyeti. Bu zafiyet, günün sonunda içeride daha çok siyasi, etnik ve mezhepsel kutuplaşmaya, dışarıda ise uluslararası alanda Türkiye’nin Suriye konusundaki tutarlılığının zayıflamasına neden oluyor.”