Ankara’da 10 Ekim’de barış mitinginde 99 kişinin ölümüne yol açan saldırı ile ilgili ortaya çıkan bilgiler saldırıların “tanıdık isimler” tarafından gerçekleştirildiğini gösteriyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) izleme listesinde yer alan isimlerin önlenememesi devletin sorumluluğuna işaret ederken hükümet bir taraftan yayın yasağı getirerek soruşturmayı kamuoyunun dikkatlerinden kaçırmaya çalışıyor, diğer taraftan suyu bulandıran açıklamalar yapıyor.
Başbakan Ahmet Davutoğlu hem saldırganların İslam Devleti (İD) ile ilişkili olabileceklerini hem PKK ve İD bağlantısı üzerinde durduklarını söylerken son olarak dört tane olağan şüpheli sıraladı: DAEŞ (yani İD), PKK, DHKP-C ve Suriye rejimi. “Reyhanlı saldırısında olduğu gibi rejim destekli bir faaliyet ve bir terör saldırısı” diye ekledi. Son derece kafa karıştırıcı bir yaklaşım.
Özel manipülasyon taktiklerle medyaya ve kanaat önderlerine sürekli olarak “Elimizde PKK ve İD bağlantısına dair deliller var” diye fısıldanıyor. Olayları aydınlatmaktan ziyade kamuoyunu yönlendirmek için çok özel çalışmalar yürütülüyor.
Ancak soruşturma nereye varırsa varsın ortada bir gerçek var: İktidar iç siyaset ve Suriye politikasıyla bağlantılı olarak muhalifleri karşı saldırgan bir ortam yarattı. İkincisi, saldırganların önlenmesi konusunda büyük zafiyet olduğu görüldü. Bu iki kritik husus hükümetin sorumluluğu üzerinden atamayacağı anlamına geliyor.
Önce hükümetin saldırganların izlenmesi ve önlenmesi konusunda sorumluluğunu ortaya koyan gelişmelere bakalım:
Kriminal araştırmanın gayri resmi sonuçlarına göre saldırıyı gerçekleştiren iki intihar bombacısının Yunus Emre Alagöz ile Ömer Deniz Dündar adlı kişiler olduğu tespit edildi. İkisi de MİT ve emniyetin “aranan canlı bombalar” listesinde yer alıyor. Saldırganlar Gaziantep’ten iki ayrı araçla Ankara’ya gelmiş. Polis canlı bombaların Suriye’den Türkiye’ye geçiş yaptıkları ihtimali üzerinde duruyor.
Güvenlik birimlerinin önceden bildiği Alagöz, İD ile bağlantılı olarak eylem yapacağı istihbaratı üzerine MİT’in takip listesine girmiş. Yunus Emre Alagöz 20 Temmuz’da Suruç’ta 34 kişinin öldüğü intihar saldırısını gerçekleştiren Abdurrahman Alagöz’ün ağabeyi. Bu kişiler, liderliğini Mustafa Dokumacı’nın yaptığı ve kamuoyunda Dokumacılar diye anılan grupla bağlantılı.
Suruç saldırısı sonrası Yunus Emre Alagöz’ün adı kamuoyuna yansımıştı. Güvenlik birimlerinin potansiyel canlı bomba gözüyle baktığı bu kişinin Adıyaman’dan ayrılıp Suriye’ye geçtiği düşünülüyordu.
Diyarbakır, Suruç ve Ankara’daki saldırılarda ortaya çıkan işaretler Dokumacılar Grubu’na çıkıyor. Dokumacılar’ın üçü yabancı 21 üyesinin ismi takip listesine alınmış. Bu kişilerden 18’i Adıyamanlı, 3’ü bu kişilerle evlilik yapan yabancı kadınlardan oluşuyor. İstihbarat birimleri bombalı eylem eğitimi alan 21 kişinin Türkiye’ye geçip “uyuyan hücre” olarak adlandırılan evlerde kaldığını saptamış.
Daha vahimi listedeki kişilerin aileleri, saldırılardan çok önce oğullarının bulunması hatta hapse atılması konusunda girişimlerde bulundu. 2013’te Suriye’ye giden Ömer Deniz Dündar’ın babası M.D. şunları söylüyor: “Oğlumu Suriye’den geri getirmek için defalarca emniyete gittim. Oğlum 2014 yılında Adıyaman’a geldi. 8 ay yanımda kaldı. Ben oğlumu Emniyet'e şikâyet ettim. Emniyet'e, ‘Bunu alın cezaevine atın’ dedim. İfadesi alındıktan sonra oğlum serbest bırakıldı. 8 ay sonra Suriye’ye gitti.”
Aynı ihmal 5 Haziran’da Diyarbakır’da Halkların Demokratik Partisi (HDP) mitingine bombaları yerleştiren Orhan Gönder için de geçerli. Saldırıdan sonra Gaziantep’te yakalanan Gönder’in annesi oğlunun Suriye'ye geçmeden önce defalarca polise başvurduğunu ancak gidişinin engellenemediğini anlattı. Polis 25 Haziran 2014’te Orhan Gönder'in ifadesini aldıktan sonra serbest bırakmış. Polisin izlemeye gerek görmediği Gönder bir yıl sonra Diyarbakır’da bomba patlattı.
Bu kişilerin, Adıyaman’da Yunus Emre Alagöz kardeşlerin işlettiği İslam Çay Evi'nde örgütlendiğini bilmeyen kalmadı. Ailelerin şikâyeti nedeniyle kapatılan çay ocağında toplanan kişiler Suriye’ye birer birer cihatçı örgütlere katıldı. Orhan Gönder'in kuzeni Ercan Gönder, İD'e katılan kişilerin polis tarafından bilindiğini ancak Suriye'ye geçişlerinin önlenmediğini öne sürdü.
2013’te Adıyaman’dan Suriye’ye gidenlerin sadece İD’e değil Nusra ve Ahrar el Şam gibi gruplara katıldığına dair bilgiler ortaya çıkmıştı. Radikal’den İdris Emen, Adıyaman’da derlediği bilgiler ışığında Suriye’ye gidenlerin sayısını 200 olarak not etmişti. Polisten aradıkları yardımı göremeyen ailelerden bazıları da Suriye’ye gidip çocuklarını getirmeye çalışmıştı. Ömer Deniz Dündar’ın babası M.D., Halep’teki kampa gittiğini, ölümle tehdit edildiğini ve oğlunu alamadan eli boş döndüğünü anlatmıştı. Bir başkası fidye vererek oğlunu almıştı.
Soruşturma sırasında kritik bir bilgi daha ortaya çıktı: Saldırıdan üç gün önce mitinge yönelik bombalı saldırı olacağı istihbaratı geldi. İstihbarat saldırının Alagöz ve Dündar’ın da aralarında olduğu 16 kişilik gruptan birileri tarafından gerçekleştirileceği yönündeydi. Bu kişilerin fotoğrafları temmuzda 81 ilin güvenlik birimlerine gönderilmişti.
Bütün bunlar saldırıların göstere göstere geldiğini ortaya koyuyor. Haliyle hükümet ve devletin güvenlik birimleri sorumlu.
Davutoğlu ellerinde liste olduğu halde saldırganların neden önlenemediği eleştirilerine tartışma çıkartan bir yanıt verdi: “Bir uyuyan hücre varsa, şöyle davranamayız, Suriye ve başka ülkelerde olduğu gibi 'bunların hepsini toplayın, bir yere atın, hiç kimse de görmesin.' Nihayet onlar toplumun içinde yaşayan insanlar, kandırılmış olabilirler vesaire ama hukukla davranmak zorundasınız. Türkiye'de intihar eylemi yapabilecek kişilerin belli bir listesi dahi var. Biliyorsunuz bu, bir eylem hazırlığı içinde ama bunu gerçek bir eyleme dönüştürmedikçe veya elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız.” Hâlbuki hükümetin bütün itirazlara rağmen çıkardığı makul şüphe ile gözaltına imkân veren yasa çerçevesinde işadamı, gazeteci ya da aktivistler rahatlıkla gözaltına alınabildiler.
Saldırgana cesaret veren ortam
Hükümetin ‘objektif sorumluluğu’na gelince: Bombalı saldırıların arkasında kim çıkarsa çıksın hükümet yarattığı siyasal iklim ve saldırganlara cesaret veren ortam nedeniyle olup bitenlerin sorumluluğunu üzerinde taşıyor. Suruç, Diyarbakır ve Ankara saldırıları, saldırganlara cesaret veren, muhaliflerin linç edilmesine zemin hazırlayan ve hukuk dışılığı meşrulaştıran bir ortamda gerçekleşti. Bu açıdan saldırıların iç ve dış çerçevesi önemli:
· Hükümetin Suriye politikasıyla sınır hatlarında tehlikeli silahlı örgütler kümelendi. Bu örgütler Türkiye’den devşirdikleri elemanlarla farklı kentlerinde hücreler oluşturdu. Bu oluşumlar Türkiye’yi iki temel riskle karşı karşıya bırakıyor: Bu silahlar Ankara’nın Suriye politikasının değişmesine paralel olarak Türkiye’ye yönelebilir. İkincisi; bu kişi ya da örgütler Türkiye’nin iç çatışmalarında bir araç veya paravan olarak kullanılabilir.
· Hükümet Kürt hareketiyle ilgili tehlikeli bir dil kullanıyor. Rojava’daki özerklik hareketinin meşruiyet zemini bulmasını önlemek için PKK ile PYD’yi özdeşleştirip “PKK/PYD, DAİŞ’ten daha tehlikeli” söylemini yayıyor. Bu taktik Türkiye’nin Kürtlerine karşı saldırılara zemin hazırlıyor. Suriye’de Kürtlerle savaşan gruplar da PKK bağlantısı üzerinden Türkiye’deki HDP’yi de düşman bellemiş durumda.
· Suruç saldırısı Kürtlerle dayanışma sergileyen Türkleri hedef aldı. Türklerin sistemle sorunu olan Kürtlerle buluşması AKP yönetiminin planlarını bozan, aynı şekilde devletin müesses yapılarını tedirgin eden bir gelişme. Bu yüzden Türkiye partisi olma iddiasındaki HDP’ye savaş açıldı. Diyarbakır saldırısı doğrudan HDP’yi hedef aldı. Ankara mitinginde ise Türkiye’nin farklı kesimleri barış için buluşmuştu. Bu, hükümetin savaş politikasına bir meydan okumaydı. Bombalı saldırıyla Türklerin Kürtlerle dayanışması cezalandırılmış oldu.
· HDP’ye karşı linç hareketlerini meşrulaştıran psikolojik bir iklim yaratıldı. HDP kaynaklarına göre son aylarda partiye yönelik 500’e yakın saldırı gerçekleştirildi. Ne var ki sorumlular yakalanıp cezalandırılmadı. Böylece HDP ve sol güçlere yönelik saldırılara fiili dokunulmazlık verilmiş oldu.
· Toplumsal aktivitelerde alınması gereken güvenlik önlemleri tam anlamıyla muhalifleri kapsamıyor. Suruç ve Diyarbakır saldırılarında olduğu gibi Ankara’da da gerekli önlemler alınmadı. Üstelik bombalı saldırılar sonrasında polis yaralılara yardım için koşuşturan göstericilere gaz ve coplarla müdahale etti. Yaralıların taşındığı hastanelerin etrafında milliyetçi grupların kışkırtıcı tacizlerine göz yumuldu.
Saldırıyla ilgili soruşturmanın ne kadar bağımsız olduğu şüphe götürür bir durum. Buna rağmen ortaya çıkan ilk bilgi ve bulgular hükümetin işine yarayan bir tablo sunmadı. Bu yüzden soruşturma hakkında her türlü yayın yasağı getirildi. Yasak eleştirmeyi de kapsıyor. Türkiye bu kadar ağır bir bedel ödemişken bu olayın neden ve nasıl olduğuna dair tartışma bile yapılamıyor. Bu da “Hükümet acaba neyin üzerini örtüyor?” sorusunu gündeme getiriyor.