Anbar vilayetinin büyük bölümünü el geçiren İslam Devleti (İD) 17 Mayıs’ta Ramadi’deki kamu binalarına bayrağını dikerken Iraklılar bu hezimetten birbirini suçlamakla meşguldü. Milli birliğe ihtiyaç duyulan şu günlerde iç çatlaklar Irak siyasetini bir kez daha çökertiyor. Bu arada olayların insani yönü, yani Anbar’dan kaçan on binlerce insanın Bağdat’a gelişi hak ettiği ilgiyi göremedi.
Ramadi’nin hiç de sürpriz olmayan düşüşü genel gaflet ve kargaşa içinde olan yönetimin uğradığı yeni bir felaket oldu. 19 Nisan’da Ramadi ve civar bölgelerden binlerce insan Bağdat’a kaçmıştı. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 21 Nisan tarihli açıklamasına göre Ramadi’den kaçanların sayısı 114 bini bulmuştu. Olaya şaşırtıcı bir tavırla yaklaşan hükümet bir taraftan Bağdat’ın tehdit altında olmadığını söyledi, bir taraftan da evlerini terk ettikleri için sığınmacıları suçladı ve bu kaçışların kuşkulu olduğu yönünde ifadeler kullandı. Bu göç dalgasından bir ay sonra Ramadi İD’in eline geçti. Ramadi halkının büyük bölümü zaten kaçmıştı, geri kalanların binlercesi de kentin düşüşü sırasında kaçtı.
Al-Monitor’a konuşan Ramadi’deki önde gelen aşiret reislerinden Şeyh Arif El Duleymi’ye göre halkın bildiğini güvenlik birimleri de nihayet idrak etti: İD son iki ay boyunca kendi denetiminde olan Kaim, Tartar ve Felluce civarlarına, ayrıca Hit, Anah, Rava ve Ratba kasabalarına savaşçı ve silah taşımıştı.
Kendisi de Ramadi’yi terk eden Duleymi şöyle dedi: “Bağdat’a gelirken Bzebez noktasını geçtiğimizde İD’le irtibatlı olmakla suçlandık. Oysa biz İD’in elinde mutlak ölümden kurtulduk.”
Tüm bu gerçeklere rağmen hükümete yakın medya organları 19 Nisan’dan 18 Mayıs’a kadar bambaşka bir tablo çizdi. Güvenlik yetkilileriyle siyasi liderlerin 17 Mayıs’taki demeçlerine dayanan medya, yerinden edilmiş insanların Bağdat’a gelişini başkenti içeriden çökertme planı olarak sundu. Bu ani ve büyük kaçış için geçerli bir sebep olmadığını iddia eden siyasiler, sığınmacı dalgasını bir nevi Truva Atı olarak yansıttı.
Bu tavır neticesinde Ramadi’den kaçanlar, ülkelerinin başkentine girebilmek için zorlu prosedürlerle karşı karşıya kaldı. Koşullardan biri, gelenlerin kentte kendilerini destekleyecek bir kişiyi kefil göstermesiydi. Babil Valisi Sadık Madlul El Sultani de 19 Nisan’da genç insanlar başta olmak üzere sığınmacıların vilayete girişini yasaklayan bir karar yayımlamıştı.
Al-Monitor’un ulaştığı Irak İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Saad Maan ise hükümetin tavrına dair bambaşka bir tablo çizdi: “Bakanlık, Bağdat’taki güvenlik gereksinimlerini ihmal etmeden azami sayıda sığınmacıyı kabul etmek için elinden geleni yaptı.”
Kefil konusunda “çok fazla abartı” olduğunu söyleyen sözcü açıklamasını şöyle sürdürdü: “Irak güvenlik birimleri eldeki imkânlar çerçevesinde on binlerce insana barınma sağlamaya çalışıyor. Hükümet, sığınmacıların insancıl muamele görmesi, tüm ihtiyaçlarının karşılanması için talimatlar verdi.”
Maan’ın bu sözleri, Anbar’dan kaçanlara kötü muamele içeren ve çeşitli tepkiler doğuran uygulamaları inkâr etmiyor. İD lideri Ebu Bekir El Bağdadi de 16 Mayıs’ta yayımlanan konuşmasında bu uygulamaların Şiilerin Sünnilere yönelik tavrını yansıttığını söyledi ve Anbar halkına eve dönüş çağrısı yaptı.
Ne var ki Anbar’dan kaçanlar kendilerinden önce Selahaddin, Diyala ve Musul’dan kaçan yüz binlerce Iraklı gibi Bağdadi’nin çağrısına itibar etmedi. Keza o insanlar da kentlerine dönüp İD yönetiminde yaşamaktansa Bağdat hükümetinin ya da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) kontrol ettiği bölgelerde mülteci olarak zor koşullarda yaşamayı yeğledi.
Sığınmacı krizinde iki farklı yaklaşım öne çıktı. Birinci yaklaşımda Kürdistan’daki güvenlik zafiyetleri nedeniyle 2006’dan bu yana Araplara kefil sistemini uygulayan KBY, haziran 2014’te Musul’dan kaçış başladığında bu şartı kaldırarak sığınmacılara kapısını açtı ve ihtiyaçlarını karşıladı. Derin bir toplumsal etki yaratan bu yaklaşım Kürtlerle Sünni Araplar arasında yıllardır gerilimli olan ilişkileri yumuşattı.
İkinci yaklaşım ise Bağdat tarafından özellikle Anbar’dan gelenlere karşı ortaya kondu. Gergin ilişkileri, kuşku ve korkuları yansıtan bu yaklaşım, sığınmacıların kucaklanmasıyla Sünni-Şii ayrımına karşı önemli bir toplumsal kazanım sağlanabilecekken bu fırsatın heba edilmesine neden oldu.
Hükümet, Bağdat’ın kapılarını neticede sığınmacılara açtı ama resmi tutumuyla duruşunu göstermiş oldu. Hükümetin tutumu toplumsal seçkinlerin, siyasi partilerin, medyanın ve güvenlik güçlerinin tutumundan bağımsız değil. Tüm bu güç odakları, Anbar halkının kaçışını İD’e karşı ortak mücadelede fırsat olarak görüp avantaja çevirmek yerine mezhepsel çatışmayı körükledi ve İD’in ekmeğine yağ sürdü.
Ramadi’den ilk büyük kaçısın yaşandığı 19 Nisan’dan bu yana ciddi hatalar yapan siyasi iktidar, bu kaçışın sebebini kavrayamadığı gibi kaçanların siyasi geçmişini, bu insanların etraflarında olup bitenden haberdar olup olmadığını sorguladı. Siyasi iktidar sonra da kendi teyakkuz hâlini ve İD’e karşı hızlı önlem alma kabiliyetini gevşetti ki bu da Ramadi’nin düşmesiyle sonuçlandı.
İktidar, sığınmacılara insani ve milli duygularla kucak açmayarak olayları yanlış yorumlamaya devam etti. Oysa aksini yapmış olsaydı Irak’ta Sünnilerle Şiiler arasında giderek bozulan ilişkileri onarabilirdi.
Terörist saldırılar karşısında ulusal birliğin güçlendirilmesi için bugüne dek önemli fırsatlar heba edildi. Geçmişteki hatalara rağmen bugün Irak’ta Anbar’ın terörist örgütün pençesinden kurtarılması konusunda yeni bir mutabakat mevcut. Kuşku yok ki bu mutabakat yeni bir fırsat sunuyor. Mezhepçilik körüklenip yüceltilmeden herkes enerjisini bu hedefe odaklamalı ve ordu, güvenlik güçleri, Halk Seferberlik Birlikleri Anbar halkının umutları doğrultusunda hareket etmelidir. Bunun yanında bizzat yerinden edilen kişilerden oluşturulacak silahlı birlikler hızlı bir eğitimden geçmeli ve bölge kurtarılırken en ön safta yer almalıdır.