Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Bağdat’a geçen ay yaptığı ziyaretten kısa bir süre sonra Irak başkentine 23 Şubat’ta bu defa Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi geldi. Bu iki ziyaret, Irak’ın Doğu’ya açılımını doruk noktasına taşır gibiydi. Açılım, Doğu’nun üç kilit ülkesi İran, Rusya ve Çin’le siyasi ve ekonomik ilişkilerin artmasına dayanıyor.
Yaklaşık iki sene önce gözlemciler, şu konuda adeta mutabıktı: Irak’ın bütüncül bir dış politikası yoktu. Zira birbirine rakip etnik ve mezhepsel gruplar, derin ayrışmaları nedeniyle ülkenin kimliği ve dış siyasetteki rolüne ilişkin net bir vizyon oluşturamıyordu. Bu görüşe göre Irak, iç çatışmalarını çözmediği sürece belirgin bir dış politika izleyemez, dahası dış siyasetini, coğrafi ve kültürel ufuklarını belirleyecek ulusal bir kimlik oluşturamazdı.
Bugün büyük bir değişiklik göze çarpmasa da Bağdat hükümetinin belli bir dış politika benimsemekte olduğuna işaret eden kimi unsurlar ortaya çıkıyor. Bu politika, eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in devrilmesiyse oluşan kimi beklentileri karşılamıyor, çünkü Irak’ın Batı’yla ittifak etmesine dayanmıyor. Dahası, Irak’ın gittikçe Doğu’ya kaydığı söylenebilir. Rusya ve Çin bakanlarının ziyaretleri de bu bağlamda ele alınabilir.
Tarihe bakacak olursak, Irak dış politikasında ilk radikal değişim, 1958’de Irak’ta monarşinin devrilmesiyle yaşandı. Aynı yıl Bağdat, Pekin ile resmi diplomatik ilişkiler kurdu, Moskova ile ilişkilerini ise yeniden başlattı. O günden bu yana Irak dış politikası hep Doğu istikametinde ilerledi, Batı’dan kopuş ise derinleşti.
Çin ve Rusya’nın ekonomik politikasını belirleyenler, Irak’ı yeniden keşfediyor. Çin Irak’ı bölgede önemli bir ticaret ortağı olarak görüyor. İki ülkenin 2012’deki ticaret hacmi 17 milyar doları aştı. Çin, Irak’ın petrol ve enerji sektöründe en büyük yatırımcılardan biri.
Irak’ın Rusya ile ticari ilişkileri de Rus petrol şirketi Lukoil’in Batı Kurna petrol sahasındaki yatırımlarına yeniden başladığı 2009 yılından bu yana artıyor. Irak Rusya’dan tekrar silah almaya da başladı. Nitekim bu konudaki iş birliği, Lavrov’un son Bağdat ziyaretinde en önemli gündem maddelerinden biriydi.
Elbette ki bu, Irak’ın ABD’yle ilişkilerini bir kenara bıraktığı anlamına gelmiyor. Başbakan Nuri El Maliki, Meclis Başkanı Usame El Nuceyfi ve Başbakan Yardımcısı Salih El Mutlak’ın son dönemdeki Washington ziyaretleri, Iraklı siyasetçiler için ABD’nin hâlâ önemli olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra, Irak’ın ABD ile yakın zamanda imzaladığı silah alım anlaşmaları, iki taraf arasında stratejik iş birliğinin -- bilhassa terörle mücadele konusunda --sürdüğü izlenimini veriyor. Ancak Suriye krizi ve İran gibi kritik konularda iki tarafın görüşleri büyük ölçüde ayrışıyor. Dahası, Iraklı liderlerin Washington’a bakışı, Moskova ile Pekin’e bakışlarından farklı. Washington’u hâlen bir rekabet noktası olarak gören Iraklı siyasetçiler, Washington’la ilişkilerini kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönlendirmeye çalışıyor. Aynı siyasetçiler, Rusya ve Çin’e bu şekilde bakmıyor. Zira bu iki devletin Irak’a yaklaşımı, merkezinde ekonomik çıkarların olduğu, tamamıyla pragmatik bir anlayışa dayanıyor.
Irak’ın Doğu’ya yönelimi, ABD güçlerinin ülkeden ayrılmasından bu yana meydana gelen iç gelişmeleri yansıtıyor. Bağdat’taki güç mücadelesi, büyük ölçüde İslamcı Şiiler lehine sonuçlandı. Maliki, iktidarını sağlamlaştırıp ülkenin başlıca karar verme noktalarını kontrol etmeyi başardı. Maliki, dış politika tutumlarını belirlerken artık rakipleriyle istişare etme gereği duymuyor. Aksine, dış ilişkilerinden faydalanarak içerideki gücünü artırmaya çalışıyor. Bu bağlamda, Doğu’daki üçüncü güç, yani İran, son derece kritik bir rol oynuyor.
Irak’ta ABD ordusuna siyasi danışmanlık yapmış olan Yale Üniversitesi’nin kıdemli öğretim üyesi Emma Sky, Al-Monitor’a şu tespitte bulundu: “Doğu’ya doğru kayış, ABD’nin değil de İran’ın Başbakan Maliki’nin ikinci dönem başbakanlık yapmasını sağladığı 2010 yılında başladı.” Görüldüğü kadarıyla Maliki’nin o günden bu yana iktidarını pekiştirme konusunda sağladığı başarı, Irak-İran ilişkilerindeki gelişmeyle paralel gidiyor.
Suriye krizi, bu eğilimin güçlenmesinde kritik bir rol oynadı. Irak hükümeti ilk defa, ülkesini etkileyen hassas bir bölgesel meselede ABD’yle ters düştü. Irak hükümeti, doğrudan Cumhurbaşkanı Beşar Esad lehine tavır almamış olsa da Batı destekli Suriye muhalefetine ve Suriye’de faaliyet gösteren silahlı gruplara soğuk bakıyor. Kısacası, Irak’ın Suriye krizindeki tutumu, ABD’den ziyade İran’a yakın. Belki de bu durum, Irak-Rusya iş birliğini özendirdi. Nitekim Rus dışişleri bakanı, Suriye savaşıyla birlikte büyüyen terör sorunuyla mücadelesinde Irak’ın yanında olduğunu teyit etti.
Bağdat’ın Ankara ile ilişkileri ise Suriye krizi nedeniyle kötüleşti. İlişkilerin bozulmasına yol açan ikinci unsur olarak Bağdat, petrol ihracatı ve başka konularda Irak Kürdistan bölgesiyle yaşadığı anlaşmazlıklarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Kürtlere arka çıktığına inanıyor. Böylece Irak, Erdoğan’ın bölgesel heveslerini dengelemek için İran’a daha da bağımlı hâle geldi. Türkiye ile ticari ilişkiler, düşüşe geçmiş gibi görünüyor. Irak-İran ticareti ise artıyor. İkili ticaret hacmi, 2013’te 12 milyar doları aştı. Dahası, Ankara ile Bağdat arasında ekonomik ilişkilerin iyice bozulması hâlinde İran’ın bu boşluğu doldurmaya istekli olduğu bildiriliyor. Siyasi ve ekonomik boyutların dışında din, kültür ve turizm alanındaki Irak-İran ilişkileri de çağdaş Irak devletinin kuruluşundan bu yana en üst seviyeye ulaştı.
Irak-İran yakınlaşmasını teyit eden bir başka gelişme, Irak’ın uluslararası yaptırımları ihlal ederek İran’la silah ve mühimmat alım anlaşması imzaladığına dair haberler oldu. Öyle ki ABD yönetimi, kaygılarını açıkça dile getirmek durumunda kaldı. Irak Savunma Bakanlığı ise, web sayfasında yayımladığı açıklamayla haberleri yalanladı. Hükümet adına ilk tepkiyi yeren Maliki’nin basın danışmanı Ali El Musavi, haberleri doğrulamadı, ama hükümetin herhangi bir ülkeden silah alımını engelleyen hiçbir durumun olmadığını vurguladı.
Irak’ın Doğu’ya yönelimi, stratejik boyutu olan ulusal bir politikanın yansıması değil. Bu yönelim, daha ziyade ülkedeki iç çatışmalarla dış ilişkilerin ne denli bağlantılı hâle geldiğini gösteriyor. Bu çatışmalar, ulusal menfaat ve ulusal kimliğe dair daha berrak bir anlayış dâhil daha kalıcı bir otorite yapısına yol vermediği sürece, işler bu şekilde devam eder.