Çağdaş Ortadoğu’nun kalbini düzenleyen harita, büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz diplomatlarıyla strateji uzmanları tarafından çizilmişti. Bunların başında İngiltere’den Mark Sykes ve Fransa’dan Georges Picot bulunuyordu.
İtilaf Devletleri’ne mağlup olan İttifak Devletleri’nin başı Almanya olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun da yenilen safta olması, Ortadoğu’nun geleceği açısından belirleyici oldu. Levant Bölgesi, yani günümüzdeki Suriye, Ürdün, İsrail, Filistin ve Irak, Osmanlı’nın kontrolündeydi. İtilaf Devletleri’nin zaferi, esasen Sykes-Picot Anlaşması’nın uygulanmasına izin vermiş oldu. İngiltere ve Fransa’nın savaşı kazanacakları varsayımından hareketle yaptıkları bu anlaşma, Ortadoğu’nun kalbini iki büyük güç arasında nüfuz alanlarına bölmekteydi.
Savaşı takiben Batı’nın hâkimiyetinde düzenlenen bir dizi konferans, Sykes-Picot’nun temel unsurlarını pekiştirerek manda sistemini oluşturdu. Resmi amaç, Ortadoğu halklarının, onlara tahsis edilen topraklarla birlikte bağımsızlığa geçişini sağlamaktı. Oysa gerçekte olan, Osmanlı hükümranlığının yerine İngiliz ve Fransız sömürge yönetiminin yerleştirilmesiydi.
Sonuç olarak, bölgede büyük ölçüde suni olan yapılar ortaya çıktı. Bunlar, bölgenin doğal etnik, dini, ekonomik ve coğrafi dokusundan çok, İngiliz-Fransız rekabeti ve bu iki ülkenin emperyalist çıkarlarına göre şekillendi. Bu çıkarların başında jeostratejik kaygılar ve petrol boru hattı vardı. Nereden bakılırsa bakılsın Batı temelli Vestfalya ulus-devlet sistemi, Ortadoğu’ya dayatılmış, bölgenin yüzyıllık yönelimleri bir tarafa itilmişti.
Osmanlı, Levant’ın büyük bölümünü, bölgenin doğal etnik, dini, coğrafi ve ticari yönelimlerine göre belirlenen vilayetler halinde yönetme sağduyusunu az çok göstermişti. Örneğin, günümüzde Irak olan bölgenin yerinde üç vilayet vardı: kuzeyde çoğunluğu Sünni Kürtlerin oluşturduğu Musul, ortada çoğunluğunu Sünni Arapların oluşturduğu Bağdat ve güneyde de çoğunluğu Şii Arapların oluşturduğu Basra. Günümüzde Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün ve Filistin’in olduğu bölge ise, büyük şehirler etrafında oluşturulmuş daha küçük vilayet birimleri halinde yönetilirdi. Bu idari birimler, doğal olarak mükemmel değildi. Ancak yerel güç odaklarıyla pazarlık edip uzlaşarak yol alan Osmanlı, 18. ve 19. yüzyılda Büyük Savaş’a giden süreçte karşılaştığı baskı ve zorluklara rağmen göreceli bir istikrar sağlamayı başarmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan oluşumların bölük pörçük yapısı, bölge için yeni zorluklar doğurdu. Tom Friedman’ın da zamanında yazdığı gibi bu yeni devletleri oluşturan halklar, bir anda ulusal bir marş öğrenmek, ulusal bir bayrağa selam durmak ve ulusal bir futbol takımına tezahürat tutmak durumunda kaldı. Başka bir deyişle, bölgeye yabancı olan Batı kaynaklı siyasi, ekonomik ve hatta sosyokültürel yapılar, bu yeni ülkelerin insanlarına tepeden dayatıldı.
ABD’nin istikrarlı ve müreffeh bir ülkeye dönüşmesi, korkunç bir iç savaşa rağmen yaklaşık yüz yılda başarıldı. Ancak ABD’nin dünyanın geri kalanının büyük bölümüyle arasında okyanuslar vardı. Yani ABD, durmadan güç dengesi için savaşan Avrupa’nın kapı komşusu değildi. Bunun yanı sıra ABD, 20. yüzyılın güç kaynağı olacak yeni bir enerji kaynağının üçte ikisini barındıran, son derece kıymetli bir toprak parçası üzerine kurulmuştu.
Yerel, bölgesel ve küresel siyasetin karmaşasıyla Ortadoğu’ya hâkim olan o itiş kakış ortamında ulusal bir kimlik inşa etmek, bölgede kurulan yeni devletlerin çoğu için imkânsız bir görevdi. Örneğin, daha beş yıl önce Suriye’de yapılan gayri resmi bir kamuoyu araştırmasına göre, halkın üçte biri kendini Suriyeli olarak tanımlarken, üçte biri başlıca kimlik olarak Müslümanlığı işaret etmiş, son üçte birlik kesim ise kendini Arap olarak tanımlamıştır. Hâlihazırda Suriye’de devam eden çatışma, muhtemelen bu kesimleri daha da ufaltıp çoğaltmıştır; Sünni, Alevi, Kürt, Şii, Dürzi, Hristiyan, laik, cihatçı vb. gibi.
Sonuç olarak bu suni yapılar, İngiliz ve Fransızların, daha sonra da Amerikalıların sahadaki askeri varlığı sayesinde bir arada tutulabildi. Bu üç güçten birinin olmadığı zamanlarda ise sömürgecilik, siyasi toyluk, emperyalist oyunlar ve ulusal kimliğin olmayışı nedeniyle ortaya çıkan boşluk, askeri diktatörlükler tarafından dolduruldu. İki süper gücün kurduğu çift kutuplu Soğuk Savaş düzeni, bölgede birçok devletin otoriter yapısını pekiştirdi. On yıllar boyunca birbirine üstünlük kurmaya çalışan süper güçlerin çıkar çatışması- ve eli açıklığı- bölge üzerine bu şekilde yansıdı.
Ne var ki Soğuk Savaş sonrası son 10 yıl içerisinde meydana gelen olaylar, bu denklemi bozdu. Askeri diktatörlükler ya devrildi ya da köşeye sıkıştırıldı. Irak’ta Saddam Hüseyin’in ABD öncülüğünde devrilmesiyle başlayan süreç, 2011’de Arap Baharı denen olaylarla zirve yaptı. Şahit olduğumuz gelişmeler, Levant’ta çoğu bölgenin kurucu parçalarına geri döndüğüne işaret etmektedir. Bir analiz birimi olarak ulus devletten bahsetmek, artık geçerli olmayabilir.
ABD askerlerinin çekilmesinden bu yana Irak, bir kez daha parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Suriye devletinin, 1946’da kazandığı bağımsızlıktan bu yana tanımlanan haliyle bir daha ayağa kaldırılması artık mümkün olmayabilir. Hâlihazırda rejimin kontrolünde görünen yapı, NPR’den Deborah Amos’un deyimiyle, budanmış bir “küçük Suriye”dir. Başka bölgelerde ise, adeta küçük küçük devletçiklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunların bir kısmı, çeşitli muhalif grupların nüfuzundayken bir kısmı, gerçek anlamda hiçbir yönetime sahip olmayıp yerel halkın elinden ne geliyorsa onunla ayakta kalmaktadır. Suriye-Lübnan sınırları ise adeta erimiştir. Suriye’nin Türkiye, Irak ve Ürdün gibi diğer komşularıyla olan sınırlarının bir bölümü de aynı akıbete uğramıştır.
Bundan belki de daha da önemlisi, çatışmanın farklı taraflarında yer alan birçok bölgesel aktör de, sınırların değiştiğine bizzat inanmaktadır. Irak ve Suriye’nin- ve hatta belki de Türkiye’nin- Kürt ağırlıklı bölgelerinde nihayet bir Kürdistan ortaya çıkacak mı? Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana böylesi bir fırsatı görmemiştir. Daha belirgin etnik ve/veya dinsel hatları olan yeni devletler kurulur mu? Bu süreç, büyük çapta nüfus mübadelelerine ve daha da kötüsü soykırıma yol açar mı? Suriye, Lübnan, Irak ve belki de başka devletler, Soğuk Savaş sonrasında Yugoslavya’nın gittiği yoldan mı gidiyor? Yoksa mevcut sınırlar temelli olarak yıkılıp yeniden çizilmeden önce otoriterizm, sancılı da olsa muzaffer bir dönüş yapıp bu sınır kurgusunu bir süre daha korur mu? Arap-İsrail ihtilafı bu arada nasıl gelişir?
Belki de bizler, birkaç nesil boyunca sürecek ve Ortadoğu’nun büyük bölümünde haritayı yeniden çizecek bir sürece şahit olmaktayız. Belki de dış güçler yine müdahale edip yeni sınırlar dayatacak. Böyle olursa eğer, bu defa sınırlar doğru bir şekilde çizilir mi? Belki yerel halklar kendi tarihlerini yazmaya- ve kendi sınırlarını çizmeye- devam edecek. Belki tüm bunlar, bölgesel ve uluslararası güçlerin alacağı kararlara rağmen kaçınılmazdır. Kesin olan şudur ki tarihin gücü harekete geçmiştir. Sonuçlar, çalkantı ve istikrarsızlıktan muaf olmayacaktır. Ancak ortaya çıkan sonucun, bölgenin coğrafi ve demografik yapısına daha uygun olacağına dair umutlar da var olacaktır.
David W. Lesch, Texas’ın San Antonio şehrinde Trinity Üniversitesi’nde Ortadoğu tarihi profesörüdür. Lesch, yakın zamanda güncellenmiş baskısı yapılan “The Fall of the House of Assad” isimli kitabın yazarıdır.