İran’ın Orta Doğu’da hegemonya kurmak istediği ABD’deki siyasi çevrelerde ve ABD’nin müttefikleri arasında oldukça yaygın bir algı. İsrail ve başka bazı bölgesel ülkeler İran’ın “Pers İmparatorluğu’nu canlandırmak” istediğini sıklıkla dile getiriyor. İranlı yetkililer bu tip iddialara “gülünç” diyerek geçebilir ancak İran’ın bugün bölgesel rakipleri ve ABD’yle yaşadığı gerilimin temelinde bu algının yattığını kabul etmek önemli.
Dillere pelesenk olan hegemonya iddialarının aksine İranlılar çağdaş tarihlerini dış güçlerin saldırganlığı karşısında bir güvenlik mücadelesinin tarihi olarak görüyor. 1979 İslam Devrimi’nden bu yana bir dizi olay ve faktör, Tahran’a ABD ile bölgesel müttefiklerinin İran’da rejimi değiştirmek ve ülkeyi parçalamak istediğini düşündürüyor. ABD Savunma Bakanı James Mattis’in geçtiğimiz günlerdeki açıklaması gibi açıklamalar bu algıyı besliyor. Mattis, ABD-İran ilişkilerinde ciddi bir düzelmenin olması için rejim değişikliği gerektiğini söylemişti.
İran’ın 1979’dan sonraki tehdit algısını altı temel faktörün şekillendirdiği söylenebilir.
Birincisi 1980’lerde yaşanan çalkantılardır. Bunların başında yüz binlerce insanın ölümüne, milyarlarca dolar maddi zarara neden olan İran-Irak Savaşı ve İran’ın Kürdistan ve Huzistan eyaletlerindeki ayrılıkçı ayaklanmalar geliyor. Bu krizlerin derinleşmesinde ABD ve Körfez ülkelerinin belirleyici rolü oldu. Ayrılıkçı unsurlara arka çıktılar, Saddam Hüseyin’e kanlı sonuçlar doğurma pahasına balistik füze ve kimyasal silahlar dâhil her türlü desteği sağladılar. Savaşın sonuna doğru ABD İran’a ait petrol platformlarına bizzat saldırılar düzenledi, hatta sivil bir İran uçağını düşürdü.
İkincisi İslam Devrimi’nden sonra İran’ın sınırlarına önemli bir askeri varlık yığıldı. Ülke ABD üsleriyle çevrelendi. Dahası ABD’den bölgeye, bilhassa da Körfez’e düzenli bir şekilde silah akıyor. Barack Obama döneminde Suudi Arabistan’a yaklaşık 115 milyar dolar değerinde silah satıldı. Bu bir rekordu. Donald Trump Obama’yı da geçecek gibi görünüyor. İran’ın askeri harcamaları ise Suudi Arabistan’ın harcamalarının ancak beşte birine tekabül ediyor. Kaldı ki İran’ın iki kat fazla nüfusu var. Yerli nüfusu sadece 1,4 milyon olan Birleşik Arap Emirlikleri bile İran’ın askeri harcamalarını ikiye katlıyor.
Üçüncü faktör İran’ın 1979’dan bu yana maruz kaldığı görülmemiş yaptırımlardır. Temmuz 2015’te sağlanan tarihi nükleer anlaşmaya İran özenle riayet ediyor ama ABD Kongresi’nde hâlâ yeni yaptırımlar görüşülüyor. Bu tip yaptırımları da öteden beri İran ekonomisini zayıflatmak isteyen İsrail ve Suudi Arabistan teşvik ediyor.
Dördüncü sırada İran’a karşı siber saldırılar, suikastlar ve Halkın Mücahitleri gibi terörist örgütlerin desteklenmesiyle yürütülen mücadele var. CIA’de İran’a karşı aşırı agresif bir isim olan Michael D'Andrea yönetiminde İran odaklı özel bir birimin kurulmasıyla bu tip taktiklerin yoğunlaşması bekleniyor. Nitekim 1979’dan bu yana ABD yönetimlerinin hepsi İran’a yönelik “tüm seçenekler masada” politikası izliyor.
Beşinci faktör İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı çatışmacı bir tutum izleyen, bu arada İsrail’le stratejik ilişki geliştirdiği anlaşılan Suudi Arabistan’la ilgilidir. Merhum İran Cumhurbaşkanı Ekber Haşimi Rafsancani’nin iyi niyet politikası kapsamında İran’la Suudi Arabistan arasında diplomatik bir yumuşama sağlanmıştı. Dönemin Suudi Veliaht Prensi Abdullah Bin Abdülaziz ve bendeniz tarafından müzakere edilen bu mutabakat 1996’dan sonra ilişkilerin iyileşmesini sağladı. Aynı dönemde o günlerde Milli Güvenlik Yüksek Konseyi sekreteri olan Hasan Ruhani ve dönemin Suudi İçişleri Bakanı Muhammed Bin Nayif dönüm noktası niteliğinde bir güvenlik mutabakatı sağladılar. Ancak Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığı sırasında (2005-2013) uluslararası ortamın İran’a baskı uygulamak, hatta savaş çıkarmak için elverişli hale gelmesiyle Suudi Arabistan bu anlaşmalardan koptu. ABD’nin eski Savunma Bakanı Robert Gates 2010 yılında Suudilerin “son Amerikan askeri düşene kadar İran’la savaşmak” istediğini söylemiş, eski Dışişleri Bakanı John Kerry de bölgesel ülkelerin Obama’ya “Bunları bombalayın.” dediğini aktarmıştı.
Altıncı faktör İran sınırlarında terör örgütlerinden, Afganistan, Irak ve Suriye’den, Pakistan gibi istikrarsız bir nükleer devletten kaynaklı bir dizi tehdidin olması. İranlı bir askeri yetkilinin deyimiyle İran sınırlarının kabaca yüzde 60’ı komşu ülkelerin kontrolünde değil.
Bu gerçekler İran’ı, sınırlarını, egemenliğini ve bütünlüğünü korumak adına bölgede proaktif ve önleyici bir varlık oluşturmaya itti. İran’ın dış politika hedefleri de anılan amaçlar doğrultusunda tehditleri savuşturmaya, bölgesel istikrarı korumaya, konvansiyonel caydırıcılık açısından da balistik füzeler dâhil kendi kendine yetme kapasitesini geliştirmeye odaklanıyor.
İşin özüne inildiğinde İran’ın dış politika amaçlarına ilişkin yanlış algılar bölgesel güçler arasında diyalog eksikliğinden kaynaklanıyor. Günümüzde bölgesel güçlerin birbirilerine kaygı ve şikâyetlerini ileteceği bir platform yok. Bunun yerine rakip devletler kendi menfaatleri doğrultusunda söylemler geliştiriyor ve kamuoyunda etkili olmaya çalışıyor.
Bölgenin istikrarı ve terörün ortadan kaldırılması, bölgesel ve küresel güçler arasında anlayış ve iş birliğine bağlı. Terörle mücadele bağlamında İran’ın “menfur” bir hegemonya arayışı içinde olduğu iddiasının aksine İran, İslam Devleti’nin (İD) Felluce, Musul ve Halep gibi Irak ve Suriye’nin birçok kilit bölgesinden temizlenmesinde önemli bir rol oyandı. İran’ın desteği olmasaydı Bağdat’ın da İD’in eline geçebileceğini bizzat Irak’ın tepe yöneticileri vurguladı. Irak Kürdistan Başkanı Mesud Barzani de Erbil’in çökmek üzere olduğu günlere atfen “Bize silah ve mühimmat sağlayan ilk ülke İran oldu.” dedi.
Trump yönetimi bölgede askeri müdahale odaklı bir politikaya yönelmiş görünüyor ancak bölgedeki hiçbir kriz kapsayıcı diplomasi olmadan kalıcı çözüme kavuşturulamaz. Bu bağlamda nükleer anlaşmayı sağlayan müzakereler, çözümsüz görünen bir krizin çok taraflı diplomasiyle nasıl çözülebileceğine dair faydalı bir model teşkil ediyor, bölge dışı büyük güçlerin bölgedeki sorunların çözümünü nasıl kolaylaştırabildiğini gösteriyor.
ABD’li bir grup emekli general ve amiralin geçtiğimiz günlerde yayımladığı açık mektupta “diplomatik temasların yokluğunda ufak çatışmaların kolayca kontrolden çıkabileceği” vurgulandı. Trump yönetimi bu sözleri ciddiye almalı. Savunma Bakanı James Mattis ve Dışişleri Bakanı Rex Tillerson askeri müdahale söylemini yükseltmek, İran’ı şeytanlaştırmak, nükleer anlaşmayı baltalamak yerine bölgesel krizleri çözmekle ilgili tüm taraflarla yapıcı diplomasi yürütmeli, belki daha da önemlisi bölgede kurumsal bir iş birliği sisteminin oluşturulmasına katkıda bulunmalı.