Bu günlerde Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi başkanlık sisteminin önünü açacak olan anayasal değişiklik. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’nin son yıllardaki en büyük hayalinin bu olduğu malum. Ancak bu hayali gerçekleştirmek ancak şimdi mümkün gözüküyor. Zira Ak Parti Milliyetçi Hareket Partisi’yle (MHP) kurduğu siyasi ittifak sayesinde 550 sandalyeli parlamentoda değişikliği gerçekleştirmek için gereken 330 sayısına ulaşma şansına ilk kez sahip.
Anayasal değişiklik yapılırsa, Türkiye 1876’da kabul edilen Kanuni Esasi’den bu yana uygulamada olan Avrupa tarzı “parlamenter sistemi” terk edecek. Cumhurbaşkanına daha çok sembolik bir görev atfeden, yürütme yetkisinin başbakanın elinde olduğu bu sistemden 10 yıllık başbakanlığı sırasında Erdoğan da memnun görünüyordu aslında. Ta ki 2012’de bir sonraki cumhurbaşkanı olmaya karar verene dek.
Başkanlık sisteminin kimi destekçileri ABD’nin bu sistemin iyi bir örneği olduğunu söylüyorlar ama bu, birçok açıdan yanlış bir kıyaslama. Birincisi ABD 50 eyaletten oluşan federatif bir yapı. İçişlerinde özerk olan bu eyaletlerin bir bir araya gelmesi oldukça ademi merkeziyetçi bir sistem oluşturuyor. Türkiye ise son derece merkezi bir devlet yapısına sahip ve görünen o ki öyle kalmaya da devam edecek.
Dahası Erdoğan’ın istediği başkanlık sistemi ülkedeki tüm üniversitelerin rektörlerini atamak gibi Amerika’da hayal bile edilemeyecek yetkiler sunuyor. Türkiye’deki seçim sistemi ve siyasi kültür düşünüldüğünde, partili bir başkanın partisi üzerinde mutlak bir otoriteye sahip olacağı, dolayısıyla yasama ve yürütme organlarının tümünün tek adam kontrolünde toplanacağını da söylemek yanlış olmaz.
Bu yetkilere başkan için öngörülen geniş yargı atamaları eklendiğinde, ortaya bir tür “güçler birliği” sistemi çıkıyor. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eski bir danışmanının da işaret ettiği gibi bu, Amerikan modelindeki kontrol-fren mekanizmasından tamamen farklı bir sistem.
Başkanlık sisteminin destekçileri Türkiye’nin böylelikle ekonomik sorunlar ve terör de dahil geçmişteki tüm sıkıntılarından kurtulacağını söylüyorlar. Ancak bu söylem bir analizden ziyade propagandadan ibaret görünüyor. Hatta sistemin destekçileri başkanlık sistemiyle darbelerin tarihe karışacağını savunurken uzmanlar tam tersi görüşte. Bunlardan biri de Brookings Enstitüsü’nde Arap dünyasındaki siyasi sistemler üzerine çalışan Shadi Hamid. Hamid “İslami İstisnailik: İslam’la mücadele dünyayı nasıl yeniden şekillendiriyor” başlıklı kitabında “Diğer tüm değişkenler sabit kaldığında (...) parlamenter sistemler seçilmiş liderlere karşı darbe ihtimalini daha az olası kılıyor” görüşüne yer veriyor. Zira Hamid’e göre “Yalnızca bir kişinin kazanabileceği başkanlık rekabeti bir varlık-yokluk meselesine dönüşüyor ve siyasi rekabette varoluş mücadelesi gerginliğini tırmandırıyor.”
Ancak ne yazık ki, Türkiye’deki siyasi iklim şu an böyle aklı selim tartışmalara pek imkan bırakmıyor. Zira başkanlık sistemi özgür ve açık bir tartışma yoluyla değil hararetli bir propagandayla savunuluyor. Ülkede yaşanan diğer pek çok soruna rağmen gündemi bu meselenin meşgul etmesi ise yeni sistemin Cumhurbaşkanı’nın kişisel kaderiyle de ilgili olduğunu ima ediyor. Nitekim, Devlet Bahçeli’nin de belirttiği gibi Erdoğan halihazırda anayasal yetkilerini aşarak birçok yetkiyi fiilen kullanıyor ve bu “fiili” durumun uygun bir yasal bir çerçeveye oturtulması gerekiyor.
Türk basınında başkanlık sistemi için öne çıkan olası senaryo şu: Ak Parti “muhalefet” partisi MHP’ye üç olası anayasal değişiklik paketi sunmuş durumda --tümüyle yeni bir anayasa, büyük bir anayasal değişiklik ya da daha sınırlı bir anayasal değişiklik. Bunların üçünün odağında da başkanlık sistemi var. MHP’nin kabul edeceği üç seçenekten biri parlamentoda oylamaya sunulacak ve böylelikle 2017’nin ilk aylarında bir referanduma gidilecek. Eğer sandıktan “evet” çıkarsa, ki bu oldukça muhtemel, Türkiye tümüyle yeni bir siyasi sisteme geçecek.
Ancak Ak Parti kulislerinden gelen bilgiler geçiş sürecinin bir gecede olmayacağını gösteriyor. Kulislere göre, öncelikle Erdoğan’ın yeni yetkilerini kullanabileceği iki yıllık bir “geçiş süreci” öngörülüyor. Yeni anayasanın ise 2019’da, yani Erdoğan’ın beş yıllık görev süresinin bitiminde devreye girmesi bekleniyor. Ardından yapılacak başkanlık seçimlerinde ise yeni başkanın seçilmesi planlanıyor.
Böylelikle, şu anki Cumhurbaşkanlığı sayılmayacağı için Erdoğan iki dönem daha başkanlık yapma, yani Türkiye’yi 2029’a kadar yönetme hakkına sahip olacak. Eğer bu senaryo gerçekleşirse, o tarihte 75 yaşına girecek olan Erdoğan iktidarının 27. yılını doldurmuş olacak. Bu, Mustafa Kemal’in iktidarda geçirdiği sürenin neredeyse iki katı demek.
Peki, böyle bir senaryo mümkün mü? Yasal olarak elbette mümkün. Nitekim, muhalefet başkanlık sistemiyle zaten tam da bunun amaçlandığını savunuyor. Siyaseten ise Erdoğan’ın gelecek 13 yıl içinde yapılacak seçimleri kazanması, bunun için de halk desteğini koruması gerekiyor. Erdoğan halihazırda liderliğine sarsılmaz bir sadakatle bağlı olan geniş bir ideolojik tabana sahip. Ancak bunun yanı sıra Ak Parti iktidarından memnun olan pragmatik seçmenlerin de oyunu alıyor. Bu kitlenin desteğini korumak için de ekonomik gelişme ve istikrarı koruması gerekiyor. Bunu başarıp başaramayacağı Türkiye’nin siyasi gidişatı açısından belki de en kilit soru.
Her hâlükârda çok enteresan bir siyasi deneyime tanıklık edeceğimiz kesin. Erdoğan destekçilerine coşku ve gurur, muhaliflerine ise korku ve travma şeklinde yansıyacak bu deneyim, sanırım dünya siyasi tarihinde de önemli bir yere sahip olacak.