Son iki yıldır Türkiye’deki iktidar partisinin ve “iktidar medyası”nın dilini izleyen herkes, bunun giderek artan bir Batı karşıtlığı üzerine bina edildiğini görebilir. Bilhassa Haziran 2013’teki Gezi olaylarından bu yana, Tayyip Erdoğan ve çevresinin temel söylemi, Batı kaynaklı “komplolar” ve bunlara karşı cesurca direnen “milli irade” üzerine kurulur.
Ancak iktidar partisinin 14 yıllık tarihini izleyen bir gözlemci, bunu şaşırtıcı da bulabilir. Çünkü AK Parti, kurulduğu 2001 yılında, kendisini Batı karşıtlığı üzerinden tanımlamamış, aksine öyle bir geleneğe oturan “Milli Görüş gömleği”ni çıkarmıştı. 2002 yılında iktidara geldikten sonra da AK Parti’nin ilk yıllarındaki en büyük hedefi Türkiye’yi Batılılaştırmak (Avrupa Birliği’ne entegre etmek) oldu. Avrupa başkentleri, savuşturulması gereken hain komploların değil, benimsenmesi gereken “kriterlerin” kaynağıydı o yıllarda.
Nitekim 2002’den 2010’a dek uzanan bu dönemde Türkiye’deki en koyu AK Parti karşıtlığı kendine “ulusalcı” diyen Batı düşmanı laik çevrelerden geldi. “Ne ABD, ne AB, tam bağımsız Türkiye” sloganına yaslanan bu çevreler, Erdoğan iktidarını Türkiye’yi “emperyalizme peşkeş çekmekle” suçluyordu. 2007 yılının best seller kitabı, Erdoğan’ı Siyon Bilgeleriyle işbirliği içindeki bir “gizli Yahudi” ilan eden “Musa’nın Çocukları” adlı zırvaydı. “AB yerine Rusya’ya yanaşma” fikri de “Ergenekoncu” diye damgalanan ulusalcı generallerin ağzından duyuluyordu.
Peki, nasıl oldu da bu tablo son iki yılda alt-üst oldu? Niçin “tam bağımsız Türkiye” sloganları bugün AK Parti çevresinden duyuluyor? Niçin Türkiye’deki “Yahudi ajanları”na dair paranoyalar iktidarın medya ve sosyal medya araçlarıyla pompalanıyor?
Bu soruya iktidar cephesinden gelecek olan cevap sanırım şöyle bir şey olacaktır: “Çünkü Batı, Müslümanlara saldırıyor. Filistin, kanıyor. Suriye’de oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Mısır’daki meşru İslamcı iktidara karşı kanlı bir darbe oldu. Bunları hepsini Batı yapıyor, biz de bu Batı emperyalizmine karşı meşru bir tepki gösteriyoruz.”
Gelgelelim, bu cevaba ikna olmamak için pek çok sebep var. Bir kaçını sayayım:
-
Eğer mesele “Batı emperyalizminin Müslüman dünyaya saldırısı” ise, bunun AK Parti dönemindeki en somut örneği ABD’nin 2003’teki Irak işgaliydi. Ama nedense bu işgal AK Parti’yi Batı karşıtı yapmadı. Aksine, o sıralar “parti lideri” olan ama başbakan olmayan Erdoğan bu savaşa ABD ile birlikte girmek istemiş, ancak başbakan Abdullah Gül’ü ve meclisteki grubunu ikna edememişti.
-
Eğer son 2-3 yıldaki temel mesele Suriye’deki iç savaş ise, bunun da bir Batı karşıtlığı üretmesini anlamak zor. Aksine, AK Parti eğer Esad rejimine olan tepkisi nedeniyle bir yere düşman olacaksa, bunun Esad’ın bir numaralı destekçisi olan Putin Rusya’sı olması gerekirdi. Oysa bugün iktidar medyasına baktığımızda Putin’e karşı sadece sempati bulabiliyoruz. Erdoğan’dan da “eyyy Putin” diye başlayan sert nutuklar dinlemiyoruz. (Aynı şekilde Putin’in Kırım Tatarlarını çok rahatsız eden Ukrayna ilhakı de iktidar çevresini hiç rahatsız etmişe benzemiyor.)
-
Eğer mesele AK Parti kitlesini gerçekten etkileyen Mısır’daki askeri darbe ise, bunun Batı’dan önce Suudi Arabistan karşıtlığı üretmesi gerekirdi. Çünkü Sisi darbesinin en açık, iddialı ve güçlü destekçisi Suudi Krallığı’ydı. Ama biz yine Erdoğan’dan “eyyy Kral” diye başlayan sert nutuklar dinlemedik. Aksine Suudi Kralı’nın ölümü üzerine milli yas tecrübe ettik.
Kısacası, son iki yılda AK Parti dünyasında hızla gelişen Batı karşıtlığını, Batı’nın “emperyalist” dış politikalarıyla (en azından sadece bununla) açıklamak pek mümkün gözükmüyor.
Peki, ne olabilir o zaman bu Batı karşıtlığının sebebi?
Bana sorarsanız, Batı’nın “iç işlerimize” sürekli karışıp durması. Öyle ya, son birkaç yıldır, ay geçmiyor ki bir Batılı düşünce kuruluşu Türkiye’deki basın özgürlüğünü ya da yargı bağımsızlığını eleştiren bir rapor yayınlamasın. Batı basını hemen her hafta “Türkiye’deki otoriterleşmeyi” konu eden yorumlarla dolu. AB İlerleme Raporları demokratik kriterlerde “gerileme” uyarısı yapıyor. Washington’daki resmi sözcüler, sık sık Türkiye’deki liberal özgürlüklere dair “endişe” ifade ediyor.
Buna mukabil Rusya “iç işlerimize” hiç karışmıyor. Aksine Rusya’daki vahim “özgürlük karnesi”ne dair Batı’dan gelen benzer eleştiri oklarının hedefi olan Putin, Erdoğan’ı “sağlam adam” diye övüyor. Erdoğan’ın başdanışmanı Yiğit Bulut da, Putin ve Erdoğan’ı dünya üzerindeki “iki büyük lider” ilan ediyor.
Peki ama bu noktada sorabiliriz: Batı, on yıl önce de “iç işlerimize” karışıyordu, Erdoğan niçin o zaman kızmıyordu buna?
Cevabı bulmak zor değil: On yıl önce Türkiye’deki gerçek muktedir Erdoğan değildi. Ordu ve yargı ile temsil edilen Kemalist statüko idi. Erdoğan da bu statükonun demir yumruğu tarafından tehdit ediliyordu. O yüzden Batı’nın “iç işlerimize” karışması, Türkiye’yi Avrupa normlarına davet etmesi, Erdoğan için bir avantajdı.
Mesela, 2008’de AK Parti’ye açılan kapatma davası sırasında AB Komisyonu Başkanı Manuel Barroso Türkiye’ye gelmiş ve Türk yargısını Venedik Kriterleri’ne uymaya çağırmıştı. O zaman AK Parti’nin kapatılmasını uman koyu laikçiler bu “emperyalist” müdahaleye tepki gösterirken, AK Partiler bilakis memnun olmuştu.
Ama 2010’dan itibaren AK Parti eski Kemalist statükoyu tamamen yendi ve “tam muktedir” oldu. Bu muktedirliğin getirdiği özgüvenle kendi ideolojik ajandasına geri döndü. Toplumdan gelen tepkilere verdiği sert cevaplar, bu tepkileri daha da derinleştirdi. Türkiye’de iyice gerilen bu siyasi ortam, AK Parti’yi keskin bir “biz ve ötekiler” diline sürükledi. Batı da bu “ötekiler”in arkasındaki şeytani bir güce dönüştü.
Kısacası, 2002’den bu yana değişen şey, Batı’dan ziyade AK Parti’nin kendisidir. (Hatta bu süreçte ABD’nin olumlu anlamda değiştiği, Bush’un agresifliğinden Obama’nın ılımlılığına döndüğünü hatırlatalım.) Yaşanan asıl değişim, AK Parti’nin “mutlak güce” ulaşmasıdır. Bu gücün uluslararası sistemle, onun salık verdiği liberal değerlerle sınırlanmasına tahammül edilmemekte, o yüzden “tam bağımsız” bir Türkiye istenmektedir. Erdoğan AB’nin Türkiye’deki basın özgürlüğüne dair yaptığı uyarılara “siz karışmayın, biz kendi göbeğimizi kendimizi keseriz” diye cevap vermektedir artık. Özgürlüğün gerekli dozu zaten Erdoğan tarafından takdir edilmektedir.
Bütün bunları söylemekle Batı’dan Türkiye’deki iktidara gelen her eleştirinin haklı olduğunu iddia ediyor değilim. Batı medyasında, bazen “İslamcılar”a yönelik ideolojik önyargılarla, bazen de karşılıklı restleşme etkisiyle, iktidara abartılı suçlamalar getirenler de var. Öte yandan Batı’nın kimi zaman ikiyüzlü dış politika izlediğine, örneğin Washington’ın gözü kapalı İsrail destekçiliğinin veya Mısır darbesi karşısındaki onaylayıcı tavrının ahlak dışı olduğuna kuşku yok. Dahası, Batı ülkelerinin Türkiye üzerinde çıkar temelli dayatmaları olması da mümkün ve bunlara direnmek de elbette gerekli ve haklı bir iş.
Ama tüm bunlar, iktidarın bugün kullandığı kategorik Batı karşıtı söylemi ne açıklıyor ne de haklı kılıyor. Bu söylemin altındaki gerçek motivasyon da giderek sırıtıyor: Batı-tipi “liberal demokrasi”nin reddi ve bunun yerine bir “otoriter demokrasi”nin tercihi. Macaristan’da da “illiberal demokrasi” kurmaya soyunan AB karşıtı Victor Orban’ın Rusya ile birlikte Türkiye’yi örnek göstermesi de bu yüzden zaten.