New York Times yazarı Thomas Friedman, bu hafta Abu Dabi’den yazdığı makalede şöyle dedi: “Orta Doğu’daki müttefiklerimizin arasında (İD’le) savaşa dair o kadar çok ve o kadar zıt hayaller ve kâbuslar var ki Freud bile işin içinden çıkamazdı.”
Bölgedeki ABD müttefikleri için en kötü kâbusun İran ile P5+1 arasında nükleer anlaşmaya varılması olduğu anlaşılıyor. İran eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ile çalışmış bir danışmanın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi Arap ülkelerde İran’ın yönetimi kontrol ettiği şeklindeki sözlerini hatırlatan Friedman, bu sözlerle birlikte İran’ın nükleer görüşmelerde Batılı güçlere bir şey söylerken, bölgesel komşularına bambaşka, tehditkâr şeyler söylediği iddialarının yeniden gündeme geldiğini aktarıyor.
Görünen o ki Hatemi ile danışmanının 10 sene önce görevden ayrılmış olması ve bu açıklamanın İran’ın mevcut politikasını bağlamıyor oluşu pek de fark etmiyor. Söylenen sözler her hâlükârda sinirleri zıplatıyor.
İran, bu düşman konumunu 30 yılı aşkındır teröre destek veren devlet olarak hakkıyla edindi. İran’ın Orta Doğu’da olumlu veya olumsuz kullanabileceği kartlara sahip olduğu, bölgede anlaşılır sebeplerle güvensizlik ve korku yarattığı pek tartışma götürmez.
Ne var ki barış da dostlarla değil, düşmanlarla yapılır. ABD’nin önünde duran zorlu görev, asırlık ihtilaf ve mezhepsel husumetleri aşarak bölgeyi daha huzurlu kılacak ortak hedeflere yönelen yeni bir bölgesel güvenlik yaklaşımı bağlamında İran’ın kartlarını yapıcı yönde kullanmasını sağlamak.
Nitekim İran da bölgenin yakıcı sorunlarının çözümünde yapıcı olmaya hazır olduğu sinyalini veriyor, bilhassa da nükleer anlaşma sağlanabilirse. İran’ı bu yaklaşıma sevk eden, ABD ve BM yaptırımları olabileceği gibi genç neslin talepleri ya da tümüyle devlet çıkarları olabilir.
Irak’la başlayalım. Irak Kürdistan Başkanı Mesud Barzani bile Erbil’in İslam Devleti’ne (İD) karşı savunulmasında İran’ın katkılarını övdü. İran ayrıca Irak’ta başbakanlığın Nuri El Maliki’den Haydar El Abadi’ye geçişini kolaylaştırdı. Bu geçişin pürüzsüz olacağı garanti değildi. Geçen hafta Bağdat’la Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında varılan petrol anlaşması da muhtemelen İran’ın onayından geçti.
Obama yönetimi İD karşısında tek başına ayakta durabilecek bir Irak ordusuna umut bağlıyor. İran baştan beri Irak’ın savunmasına yardımcı oluyor. Ancak bunu genellikle Bedir Tugayları ve Kataib Hizbullah gibi Şii milis grupları üzerinden yapıyor. Bu bağlamda İran, Irak’ın ordu dâhil devlet kurumlarını güçlendirme çalışmalarına ABD’nin yaptığı gibi katılmaya teşvik edilebilir. Buradaki çıkış noktası, Irak’taki istikrarın ABD ve İran için müşterek bir menfaat olmasıdır.
Suriye’ye gelecek olursak İran, Devlet Başkanı Beşar Esad yönetiminin bir numaralı destekçisi konumunda. Tahran’a göre Esad yönetimi sadece bölgedeki İran çıkarlarını korumuyor, İD’e karşı da en etkili kalkanı oluşturuyor. Bu görüş Rusya, Irak ve Lübnan gibi başka ülkelerin liderleri tarafından da paylaşılıyor. ABD’nin hem İD’i bertaraf etme hem Suriye’deki savaşa siyasi çözüm bulma hedefleri, İran’ın Şam’daki arabuluculuğuna bağlıdır. ABD Esad’ı muhatap alamaz ama İran alır.
Washington’un bölgedeki müttefikleri gibi İran’ın da Suriye’de kan akmasına toleransı yüksek. ABD, özellikle Esad’ı devirme niyetiyle İran’ı oyun dışı bırakmak isterse İran da o zaman Suriye’deki berbat durumun daha da kötü olmasını sağlayacak kartlarını oynar.
Esad konusu İran’ın asla esneklik göstermeyeceği bir konu değil. Nitekim İran’ın dört maddelik Suriye planı, devlet başkanlığı yetkilerinin azaltılmasını içeriyor. İranlı yetkililer özel sohbetlerde doğru koşulların oluşması hâlinde Esad’ın dokunulmaz olmayacağı yönünde sinyaller veriyor. Ancak İran’la bu tür görüşmelerden sonuç alınabilmesi için çatışma değil, iş birliği ruhu gerekir. Aksi hâlde İran direnç gösterir ve savaş devam eder.
Bir diğer noktaya geçersek İran, 2006’dan bu yana Hizbullah’a Lübnan-İsrail sınırında sükûneti korumasını telkin ediyor. Hizbullah barışı koruyor. Çünkü bu, İran’ın İsrail’e yönelik caydırıcılık stratejisine hizmet ediyor. Suriye savaşının Hizbullah’ın dikkatini başka yöne çektiği iddiasına kulak asmayın. İran ve Hizbullah, Suriye’deki müdahalelerinin başarılı olduğuna inanıyor. Zira bu sayede hem Şam rejimi ayakta kaldı hem de Suriye’deki Şii halkı ve mabetleri bunları imha etmek isteyen Sünni radikaller karşısında korundu. Hizbullah İD ve Nusra Cephesi teröristlerine karşı Lübnan ordusuyla da uyum içinde çalışıyor. Hizbullah’ın bu alandaki müdahalesi, Lübnan’da halk desteğine sahip, özellikle Şiiler ve Hristiyanlar arasında.
Bu sütunda tam bir yıl önce belirtildiği gibi İran’la yürütülecek herhangi bir diyaloğun final aşamasında İran’ın teröre destek veren devlet oluşu da gündeme gelecek ki bu da İran’ın Hizbullah’a sağladığı destek demek. ABD ve İsrail, böyle bir diyaloğu önemli bir öncelik olarak görüp desteklemeli.
İran’ın bahsi geçen meseleleri olumlu yönde etkileme imkânı, bölgede büyük bir dönüm noktası sağlayabilir. İran’ın Irak ve Suriye’de İD’e karşı yaptıkları, Türkiye gibi ABD müttefiklerinin terörist gruplara yabancı savaşçı, teçhizat ve para akışını durdurma ya da Suriye’de siyasi çözümü destekleme konusunda yaptıklarıyla – veya yapmadıklarıyla – ölçüşebilecek durumda.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin koalisyona katılması, İD lideri Ebu Bekir El Bağdadi’nin bilhassa Suudi Arabistan’a yönelik tehditleri düşünülürse, taşıdığı risk ve simgesel değer açısından azımsanamaz. Ancak bu desteğin savaşın fiili gidişatına yaptığı askeri katkı, muhtemelen asgari düzeydedir.
ABD, nükleer görüşmelerde haklı olarak her şeyden önce İran’ın nükleer silah geliştirmesini önlemeyi hedefliyor. Ancak müzakerelerin önemi, nükleer silahların yayılması konusunu aşıyor. İD bertaraf edilecekse, Irak istikrar şansını yakalayacaksa, Suriye barış fırsatına kavuşacaksa, Afganistan’daki geçiş dönemi başarılı olacaksa, İsrail-Lübnan sınırında sükûnet sürecekse, bunların tümü İran’ın vereceği kararlara bağlı olacak. Bu zorlu meseleler, İran’ın düşman olmasıyla daha da zorlaşıyor, İran’ın iş birliğiyle ise kolaylaşıyor.
Savaş baltalarını gömmek elbette ki kolay ve hızlı olmayacak. Mesele, devletlerin hesaplaşmaktan ziyade sorun çözmek üzere olgun ve aklıselim kararlar alması, çatışmadan ziyade iyi yönetime öncelik vermesi. Lawrence Wright’ın Camp David görüşmelerini konu alan “Thirteen Days in September: Carter, Begin, and Sadat at Camp David” (Eylülde 13 gün: Camp David’de Carter, Begin ve Sedat”) isimli son kitabı, uzlaşmaz görünen hasımların nasıl tarihi bir barış etrafında birleşebildiğini anımsatıyor. Mısır-İsrail barış anlaşması, tüm sorunları çözememiş olsa da Camp David bölgeyi daha barışçıl yeni bir döneme taşıdı. İran’la anlaşma ihtimali de Orta Doğu için böyle bir fırsat oluşturuyor. Wright da bize yaratıcı liderlikle bölgede yeni rotalar çizilebildiğine dair bir emsal olduğunu hatırlatıyor.