Metropoll’ün son kamuoyu araştırmasına göre toplumun büyük çoğunluğu İslam Devleti’ne (İD) karşı olsa da katılımcıların yüzde 52’si Türkiye’nin İD’e karşı ABD öncülüğünde kurulan koalisyonda faal bir rol üstlenmemesi gerektiğine inanıyor.
Ancak, Irak ve Suriye’ye askeri müdahaleye izin veren-gerektiğinde kullanılmak üzere- tezkerenin 2 Ekim’de parlamentoda kabul edilmesinin ardından hükümet müdahale hazırlıklarına başladı. Tezkere koalisyon güçlerinin İD’e karşı savaşta Türkiye topraklarını kullanmalarına da olanak tanıyor.
Hac için Mekke’de bulunan milletvekilleri hariç çoğu Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) vekil tezkere lehinde oy kullandı. Malum, ABD’nin 2003’teki Irak işgali öncesinde yapılan 1 Mart tezkeresi oylamasında durum oldukça farklıydı. Tezkere aleyhte oy kullanan AKP’li vekiller neticesinde bir oyla reddedilmişti. İktidar partisi bu tezkerede de benzer bir sonuç çıkmaması için işini sağlama aldı. Zira böylesi bir sonuç hem Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu için büyük bir utanç olurdu.
Ne var ki, AKP’nin muhafazakar İslamcı tabanının tezkereyi ve Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyona katılımını destekleyip desteklemediği net değil. Zira muhafazakar kesimde bu tür ittifakların daima İslam karşıtı bir hedef güdeceklerine dair kemikleşmiş bir inanış söz konusudur. İttifakların “terörle mücadele” ya da “demokrasi için diktatörlerden kurtulma” gibi başlıklar altında kurulmuş olması da bu inanışı değiştirmez.
Bu kesimin büyük çoğunluğunun saydığı bir lider olan Erdoğan’ın koalisyona katılacağını açıklaması ise muhafazakarları ikilemde bıraktı. Açıklamanın AKP destekçilerini sürüklediği kararsızlık hükümet yanlısı kanaat önderlerinin görüşlerine de yansıdı.
Ülkedeki derin toplumsal ve siyasi bölünmenin bir sonucu olarak, hükümet yanlısı köşe yazarları ve uzmanlar normal şartlarda her konuda sorgusuz sualsiz Erdoğan’ı desteklerler. Ancak, bu kez, hükümet yanlısı basında çıkan haberler, Türkiye’nin, koalisyona katılmasının ne gibi sonuçlar doğuracağına dair ciddi kaygılar olduğunu gösteriyor.
Bu kararın, Türkiye’nin bölgenin İslamcı toplumlar nezdindeki itibarını fazlasıyla zedeleyeceğine dair ortak bir endişe söz konusu. Ayrıca, Erdoğan’ın iktidara gelmesinin ardından Türkiye’ye daha olumlu bakmaya başlayan Arap halklarının Türkiye’ye cephe almasından da korkuluyor.
Örneğin, Yeni Şafak’ın Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül 1 Ekim tarihli köşe yazısında hükümeti Irak ve Suriye’ye yapılacak her hangi bir askeri müdahalenin Arap dünyası tarafından yanlış algılanmaması gerektiği konusunda uyardı. Bu tür operasyonların Arapların zihinlerinde saldırı ve işgal olarak algılanıp, Türkiye’nin imajına zarar verebileceğini belirten Karagül şöyle yazdı: “ ABD ve Batı koalisyonunun bölgeye yönelik her müdahalesi ciddi reaksiyona sebep olmakta, gerekçesi ne olursa olsun nefretle karşılanmaktadır.”
Ancak Karagül yine de Irak ve Suriye’deki krizlerin Türkiye’ye dönük olumsuz yansımalarına işaret ederek, hükümetin koalisyona katılma kararına hüsnizanla yaklaştı.
Ali Bulaç ise Zaman’da 2 Ekim’de yayımlanan köşe yazısında daha açık bir dil kullanarak, Karagül’ün işaret ettiği endişeleri doğrudan sıraladı. Bu arada, Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri arasındaki keskin husumete rağmen Karagül ve Bulaç’ın farklı şekilde ifade etseler de aynı İslamcı kaygıları paylaşmaları dikkate değerdi.
“Müslümanların birbirini katlettiği”ni kaydeden Bulaç bu savaşın amacının “Müslüman toplumun dokusunu bozup etnik ve mezhebi temelde ayrıştırmak” olduğunu yazdı. Kara harekâtının en önemli unsurunun Türkiye olacağını iddia eden Bulaç şöyle devam etti: “Türkiye’nin Amerika’nın komutuyla oluşturulan koalisyona katılıp Suriye topraklarına asker çıkarması ne Suriye yönetimini, ne Kürtleri ve Arapları memnun edecek. Özellikle IŞİD üzerinden kendilerine yeni bir devlete sahip olduklarını düşünen Sünni-Araplar bundan asla hoşlanmayacak. Kral ve emirlerin Amerika’nın yanında saf tutmuş olmaları Arap halklarının bundan hoşnut olduğu anlamına gelmiyor.”
Akit gazetesi yazarı Kenan Alpay da 2 Ekim tarihli köşe yazısında aynı temayı işledi: “Batı ittifakının temel kaygısı bölgedeki despotik iktidarların bekası ve İslami hareketlerin tasfiyesinden ibarettir. Türkiye sadece IŞİD’i değil İhvan-ı Müslimin’den Hamas’a, Libya ve Tunus’taki İslami hareketlerden Afganistan’daki Taliban veya Bangladeş’teki Cemaat-i İslami’ye kadar hemen bütün İslami hareketleri silahla tasfiye etmeye endekslenmiş uluslararası sistemin bir parçası olamaz.”
Star’dan İbrahim Kiras ise 3 Ekim’deki yazısında daha ılımlı bir ton kullansa da aynı noktaya dikkat çekti: “Sözgelimi IŞİD’le mücadele adı altında Suriye’deki bütün İslami grupların aynı torbaya konarak bertaraf edilmek istendiğine ilişkin kuşkular dolayısıyla bu operasyona karşı olanlar var. Diğer yandan tek hedef IŞİD bile olsa Türkiye’nin Batılı güçlerle birlikte bir askeri operasyona katılmasının bu bölgedeki imajımız ve itibarımız üzerinde tamiri zor yaralar açmasından endişe edenler var. Ben de bu görüşteyim. Defalarca yazdım bunu.”
Bunlar İslamcı muhafazakar kanaat önderlerinin geçen birkaç gün içinde dile getirdikleri benzer görüşlerden yalnızca birkaç örnek. Bu tablo, Erdoğan ve Davutoğlu’nun ilerleyen gün, hafta ve aylarda ABD ile iş birliğini sürdürürken, destekçilerinin kaygılarını da gözeten ihtiyatlı bir çizgi izleyeceğine işaret ediyor.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun sürekli Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve rejimin tasfiyesinden bahsetmesinin ve tezkerede İD’e yalnızca bir kez, Suriye rejimine ise defalarca atıfta bulunulmasının altında da bu ihtiyat yatıyor olabilir.
Esad Türkiye’deki İslamcılar için bir nefret nesnesi haline geldi. Dolayısıyla hükümet, AKP destekçilerine, Suriye’ye Şam rejiminden kurtulmak için gireceği ve İD’in yalnızca Esad gittikten sonra halledilecek ikincil bir mesele olduğu mesajını vermeye çalışarak, dikkat dağıtmaya çalışıyor olabilir. Durum hakikaten böyleyse, Esad’ın iktidarını sürdürmesi ve İD’e karşı savaşın yeni bir safhaya girmesi hükümeti ilerleyen zamanlarda destekçileri nezdinde zor durumda bırakabilir.