30 Mart’taki yerel seçimlerde 52 milyon seçmen oy kullandı. Bu yazı yayına hazırlandığı sırada kesin katılım oranı belli olmasa da sandık başlarında kuyrukların uzunluğuyla ilgili çıkan haberler oy verme oranının Türkiye tarihindeki en yüksek oran olacağına işaret ediyor. Her ne kadar bu seçim Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Meclis’teki çoğunluğunu etkilemeyecek olsa da, 30 Mart’tan yolsuzluk ve dinleme skandalıyla bunalan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için bir prestij yarışı olduğu da aşikar. Her ne kadar seçimden AKP galip ayrılmış olsa da, muhalefetin organize olmaya başladığını gören birçok gözlemci Türkiye’de değişim rüzgarlarının estiğini söylüyor.
Seçimlerden önce Al-Monitor yazarı Mustafa Akyol gibi yorumcular 30 Mart seçimlerinin özellikle Ağustos 2014’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ve aday olması beklenen Başbakan Erdoğan’ın seçilme şansıyla ilgili ipucu vereceğinin altını çizdiler. 30 Mart ayrıca Haziran 2015’de yapılması gereken ancak öne alınması muhtemel genel seçimlerin sonucunu öngörmesi açısından da önemli.
Ancak bazı etkenler 30 Mart yerel seçimlerinin ve genel olarak da oy verme işleminin Türkiye’nin siyasi ortamında anlamını yitirmiş olabileceğine işaret ediyor.
Bu kötümser bakış açısını mantıklı kılan birinci sebep tarih. Türkiye çok partili yaşama geçtiği 1946’dan beri muhalefet partilerinin iktidarı seçimle devirip iş başına gelmeleri son derece ender rastlanan bir olgu. Muhalefet partileri bu şekilde sadece 1950, 1965, 1983, ve 2002 seçimlerinde işbaşına geldi. Ayrıca muhalefet partilerinin önemli belediyeleri iktidar partisinin elinden aldığı durumlarda bile (1989’da Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve 1994’te Refah Partisi gibi) adı geçen partiler bir sonraki genel seçimde çoğunluğu sağlayamadılar.
Bu nokta oldukça önemli zira muhalefet partilerinin seçim yoluyla ciddi kazanımlar elde edememeleri Türkiye için çok ciddi siyasi sıkıntılar doğurdu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 1957 ve 1977 genel seçimlerini kazanamaması o dönemki siyasi tıkanıklıkları giderememiş, kısmen de olsa 1960 ve 1980 darbelerine yol açmıştı. Silahlı kuvvetler, muhalefetin iktidara yapamadığını yapmayı uygun görmüştü.
Benzer şekilde SHP ve RP de yerel seçimlerde elde ettikleri başarıları 1991 ve 1995 genel seçimlerinde tekrar edememişlerdi. Bu seçimler sonucu her iki parti de dengesiz koalisyonlar kurmuşlar ve siyasi geleceklerine zarar vermişlerdi. Geçmiş bakarsak 30 Mart seçimlerinin Türkiye’nin şu anki siyasi ikliminde kazananları ve kaybedenleri anlamamız açısından iyi bir barometre olamayacağını anlayabiliriz.
Türkiye’de genel olarak seçimlerin (buna 30 Mart yerel seçimleri kadar yaklaşan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri de dahil) önemini yitirmesiyse çok daha yeni bir dinamik. Dinleme ve yolsuzluk skandalı patlak verdiğinden beri Başbakan Erdoğan yargı ve polisi kendi siyasi oyuncağına çevirdi. Erdoğan’ın devlet ve toplum üzerinde oluşturduğu güç neredeyse mutlak: şu ana kadar binlerce polisin ve yüzlerce savcının görev yerinin değiştirildiği tahmin ediliyor. Başbakan bir yandan vatandaşların sosyal medya sitelerine erişimini keyfi olarak yasaklarken diğer taraftan da Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) tartışmalı bir AKP reklamının yayınını durdurma kararını açıkça yok saydı. Türkiye’de öyle bir durum yaratıldı ki artık hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı ve dengesi, iyi yönetim gibi kavramların pek de anlamı yok. Erdoğan’ın haleflerinin ise onun elde ettiği kudreti daha akıllıca kullanacaklarının da garantisi yok.
Şu anki siyasi kriz sadece devleti, kurumları, ve vatandaşların bu kurumlara olan güvenini zayıflatmakla kalmadı, ayrıca her toplumun gelişmesi için en temel şart olan bireylerin birbirlerine olan güvenini de sarstı. Geçen yaz Gezi Parkı’nda başlayan ve bütün ülkeye yayılan protestolardan sonra AKP’yi destekleyenler ve AKP’ye karşı olanlar arasındaki bölünme daha da derinleşti. Başbakan Erdoğan kamuoyu karşısındaki öylesine zehirli bir söylem kullandı ki AKP görülmemiş bir zafer de kazansa onarılamaz bir şekilde yenilse de Türkiye yakın zamanda huzura eremeyecek.
Zaten sıkıntı da hangi partinin seçimi kazanacağı değil – sıkıntı, AKP’yi destekleyenlerle karşı olanlar arasındaki derin güvensizlik. Zaten seçimlerden önce hem AKP’nin hem de muhalefetin hile yapacağı iddiaları toplumdaki gerginlikleri arttırmıştı; bu gergin ortamda 8 kişi öldü ve 72 kişi yaralandı. Seçimlerin sosyal ve siyasi ayrılıkları yumuşatmayıp kötüleştirdiği bir ortamda korkmaya başlamak gerekir.
Tabi burada atlanılmaması gereken bir husus daha var: Türkiye’nin içinde bulunduğu boğucu siyasi ortamın yaratılmasında muhalefet de iktidar kadar sorumlu. Örneğin, Erdoğan yolsuzluk iddiaları ancak AKP Fethullah Gülen’e ve cemaate karşı cephe alınca ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıllarda askerin siyasi gücünü kırmaya uğraşırken müttefik olan Erdoğan ve Gülen bu dostluk sayesinde her ikisinin de şikayet ettiği durumu yarattılar: 12 Eylül 2010 referandumu sonucunda cemaate yakın savcılar ve hakimler yargıdaki konumlarını güçlendirirken AKP hükümeti de hakimlerin ve savcıların atamasında çok daha geniş imkanlar elde etti. Şu anki ortamdan hem AKP hem de Gülen cemaati sorumlu ama her iki taraf da özeleştiri yapmadan vatandaşın “ötekini” değil kendisini desteklemesini bekliyor.
Tabi geçmişle hesaplaşma konusunda CHP’nin notu da cemaatin ve AKP’ninki kadar kırık. CHP 28 Şubat sürecine ve 27 Nisan 2007’deki “elektronik muhtıraya” verdiği desteğin sonuçları konusunda tutarlı bir özeleştiri yapmış değil. Bu nokta özellikle önemli zira hem 28 Şubat hem de 27 Nisan muhtırasının AKP’de yarattığı “mağduriyet” sendromu iktidarın komplo teorilerini sade vatandaşlar için daha da inanılabilir kılıyor. CHP yakın zamanda yaptığı yanlışlarla yüzleşmesse AKP’ye alternatif oluşturamayabilir.
Yeri gelmişken AKP’nin gerçek anlamda bir alternatifinin olup olmadığını da sorgulamamız lazım. Her ne kadar ben şahsen 30 Mart öncesi bütün muhalefet partilerini büyükşehir, şehir, ilçe, belde, ve belediye meclisi düzeyinde desteklemiş olsam da, muhalefetin AKP’ye karşı farklı bir seçenek oluşturamadığını düşünüyorum. (Burada CHP’den Ankara büyükşehir belediye başkanı adayı olan eski MHP’li Mansur Yavaş’ın ciddi bir istisna olduğunu da not düşelim.) Seçim zamanı vatandaşlardan gelen “Başka kime oy verelim? Yolumuzu AKP’li belediyeler kadar iyi kim asfaltlayacak? Kim çöpümüzü AKP’li belediyeler kadar kim iyi toplayabilir?” sorularında haklılık payı var. Tabi bu bakış açısının oluşmasında alenen “bana oy veren semtlere daha çok hizmet götürürüm” diyen Ankara’nın AKP’li başkanı Melih Gökçek gibi etkenleri de unutmamak lazım.
Son tahlilde Türkiye’nin gerçek anlamda liberal ve demokratik bir siyasi sistem oluşturup oluşturamayacağı kesin değil ancak 30 Mart seçimlerinin bu sonuca katkı yapması pek de olası gözükmüyor. Türkiye’de geçmişte yapılan seçimler, varolagelen kötü yönetim, vatandaşların sisteme karşı haklı güvensizlikleri, ve seçimlerde alternatiflerin yoksunluğu 30 Mart seçimlerinin pek de önem arz etmeyeceği anlamına geliyor. Umarım yanılıyorumdur.