ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 13 Ocak’ta Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ve BM-Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Lakhdar Brahimi’yle Paris’te bir araya gelip 22 Ocak’ta İsviçre’nin Montrö kentinde başlaması öngörülen Cenevre-2 Konferansı’na dönük planları görüşecek. İran’ın Cenevre-2’ye davet edilip edilmemesi gündem maddelerinden biri olacak. Lavrov ve Brahimi’nin her ikisi İran’ın katılımına destek veriyor.
Kerry, konferans marjında olsa dahi İran’ın Suriye konusunda katkı yapmasına sıcak baktığını, Cenevre Bildirisi’ni kabul etmesi hâlinde İran’ın konferansa davet edilebileceğini belirtmişti.
Bu arada, Laura Rozen’in de bildirdiği gibi, İran ile P5+1 ülkeleri, İran’ın nükleer programına dönük “ortak eylem planını” 20 Ocak’tan itibaren uygulamaya koyma konusunda anlaştı. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (KSYÖ) Ortak Misyon Başkanı Sigrid Kaag da Suriye’den ilk parti kimyasal silahların çıkarılmasını “önemli bir başarı” olarak niteledi ve kimyasal silahların tamamının, son tarih olarak belirlenen haziran 2014’e kadar ortadan kaldırılacağını öngördü.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ise Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Faysal Mikdat’la Tahran’da bu hafta yaptığı görüşmenin ardından, İran’ın davet gelmesi hâlinde Cenevre-2’ye katılacağını, ancak katılım konusunda hiçbir koşul kabul etmeyeceğini belirtti.
Ne var ki İran, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı dışlayan herhangi bir geçiş hükümetini veya sürecini kabul etmeye yanaşmıyor, bunun yerine Suriyeli taraflar arasında seçimlerle sonuçlanacak müzakerelerin yapılmasını destekliyor. Suudi Arabistan Suriye’de ve bölge çapında güttüğü İran karşıtı politika kapsamında cihatçıları teşvik ettiği sürece, İran’ın Esad’a verdiği destekten geri adım atması bir yana, ateşkese destek vermesi bile mümkün görünmüyor.
Eylülde Al-Monitor’a mülakat veren Zarif, İran’ın geçmişte bu tip uluslararası konferanslara yapıcı katkı sağladığını belirterek 2001’de Bonn’da yapılan Uluslararası Afganistan Konferansı’na işaret etmiş ve şöyle demişti: “İran olmasaydı Bonn’daki manzara felaket olurdu. (…) Sonuçları göze alıp isterlerse bunu Cenevre’de denesinler.”
Cenevre Bildirisi, Suriye konusunda müzakerelerin başlatılması için uluslararası topluma temel bir çerçeve sağlamıştı. Ancak ABD, saflarında yabancı savaşçılarla Suriye’de Şeriat isteyenleri barındıran Suudi destekli İslami Cephe’ye el uzatıp İran’ı dışlama niyeti taşıyorsa bir adım geri çekilip Cenevre-2’nin amaçlarını ve Suriye’nin geleceğini tekrar düşünmek gerekebilir.
İran Cenevre’deki görüşme salonunda olsun veya olmasın, Suriye heyetinin telefonunda “hızlı arama” tuşu Tahran’a ayarlı olacak.
Suriye, Irak ve Ürdün’ü de kapsayan bir bölge turuna çıkan Zarif, 12 Ocak’ta Beyrut’a gitti. Bu ziyaretlerin amacı, İran’ın- Cenevre’de olsun veya olmasın- asli ve hatta belirleyici rol oynayacağını göstermek. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ise Cenevre yolunda 16 Ocak’ta Moskova’ya uğrayacak.
Bu arada, 12 Ocak’ta Paris’te düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısına katılan Kerry, Suriyeli muhalif liderlere Cenevre-2’ye katılma yönünde baskı yaptı. Toplantının bitiminde konuşan Kerry, Suriye hükümetine seslenerek Cenevre-2 öncesi Halep dâhil olmak üzere “yerel ateşkesler”i hayata geçirme çağrısında bulundu ve muhalefetin olası bir tutsak mübadelesine hazır olduğunu açıkladı.
Kerry’nin girişimleri, Suriyeli tarafların kendi aralarında bir geçiş dönemi üzerinde uzlaşamayacağını dikkate alıyor. Zira muhalefet Esad’ın gitmesi gerektiğini söylerken, Esad hiçbir şekilde görevden ayrılma niyetinde değil ve onu görevden ayrılmaya zorlayacak da kimse yok.
Dolayısıyla, İran’la Suudi Arabistan konferansa katılsın veya katılmasın toplantıdan çıkabilecek en gerçekçi sonuç, hem Suriyeli tarafların hem konferans düzenleyicilerinin hayata geçirmek için baskı altında olacağı insani koridorlar konusunda ve terörle mücadele üzerinde uzlaşmak olacak.
Konferansın başını çekenleri de içeren yeni bir fikir birliği ve farkındalık oluşmuş durumda. O da şu ki Suriye, bölgedeki teröre kaynaklık ediyor ve bu durum hem ABD’nin başlıca müttefiklerinden Irak ve Lübnan’ı istikrarsızlaştırıyor hem Suriye’deki insani trajediyi derinleştiriyor.
Kerry 5 Ocak’ta şu değerlendirmede bulunmuştu: “Cenevre Konferansı’nın bu denli kritik olmasının bir sebebi de şudur: Teröristlerin bölgede ve özellikle de Suriye’de yükselişe geçmesi, Suriye’deki savaş aracılığıyla yükselmesi, bölgenin diğer kesimlerinde istikrarsızlığı körüklüyor. Bu nedenle konu herkes için önem taşıyor. Hak hukuk tanımayan, iktidarı ele geçirme ve insanların hayatını cebren altüst etmekten başka amacı olmayan bu şiddet yanlısı radikal teröristlerin geri püskürtülmesi, tüm Körfez ülkelerinin, tüm bölgesel aktörlerin, Rusya’nın, Birleşik Devletler’in ve dünyanın başka yerlerindeki birçok aktörün menfaatinedir.”
Vitaly Naumkin de bu haftaki makalesinde, terör konusunun Rusya için Cenevre-2’de öncelik olmaya devam ettiğini, Rusya’nın güneyinde son günlerde meydana gelen terör saldırılarının doğrudan veya dolaylı olarak Suriye’de savaşan cihatçılarla bağlantılı olduğunu belirtiyor.
İnsani yardım ve terörle mücadeleye dönük iş birliği eğilimi, çıkmaza giren siyasi geçiş görüşmelerinin önüne geçerek Cenevre süreci dediğimiz bu sürecin bir sonraki aşamasını oluşturabilir. Muhtemelen de bu aynen böyle olacak. Suriye halkı, kendi belirleyeceği zamanda ve şartlarda Esad’la hesaplaşabilir, hesaplaşmalıdır da. Ancak ABD politika yapıcıları açısından gidişat, rejim değişikliğinden uzaklaşmayı, Suriye, Irak, Lübnan, Rusya ve Batı’yı tehdit eden terörist grupların yayılmasını durdurmaya öncelik vermeyi gerektirecek. Bu da belli bir aşamada İran ve Suriye’yle terörle mücadeleye dönük güvenlik iş birliği konusunda en azından bir anlayış birliği sağlanmasını gerektirecek. Ayrıca, ABD müttefikleri olan Suudi Arabistan ve Türkiye dâhil olmak üzere Suriye’ye yabancı terörist ve silah girişini engelleme konusunda daha fazlasını yapabilecek tarafların sertçe uyarılması gerekecek. Esad’ı muhatap almamanın gerçek hayattaki karşılığı, daha fazla savaş, daha fazla terör, Suriyelilerin ve bölgenin daha fazla acı çekmesi olacak. Savaş sona ermelidir. Bu savaşın kazananı olmayacak. Ryan Crocker’ın da geçtiğimiz ay New York Times gazetesinde yazdığı gibi, “Esad’lı bir geleceği kabullenip şunu hesaba katmamız gerekir ki Esad ne kadar kötü olursa olsun ondan da kötüsü var. Önümüzdeki ay yapılacak Cenevre Konferansı ve Suriyeli yetkililerle sağlanacak sessiz temaslar, bu konuda iyi bir başlangıç olur.”
Erdoğan’ın belirsiz geleceği
Semih İdiz bu haftaki yazısında Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Esad yönetimiyle Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) “perde gerisinde” ortaklık yaptığı yönündeki şaşırtıcı açıklamasına yer veriyor. İdiz, şu değerlendirmede bulunuyor: “Davutoğlu’nun Suriye konusundaki tahminleri nadiren haklı çıkmıştır. Bakanın Suriye’ye ilişkin plan ve beklentilerinin hemen hemen hepsi, hiç hesaba katmadığı şekilde tersyüz olmuştur.”
Davutoğlu’nun bu sözlerinin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye politikasının destekten yoksun oluşu ve sınırlarını kontrol altına alması için Türkiye üzerindeki uluslararası baskı karşısında verilen çaresizce bir tepki olduğu aşikâr. Davutoğlu bunları söylerken Türkiye’nin Suriye’ye yabancı savaşçı ve malzeme geçişini kolaylaştırdığına dair işaretler de artıyor. Fehim Taştekin Al-Monitor için bu hafta yazdığı makalede, Suriye’deki savaşçılara silah taşıdığından şüphelenilen gizemli bir TIR’ın Türk hükümetince “devlet sırrı” ilan edildiğini bildiriyor.
Türkiye’nin halk desteğinden yoksun ve şu ana dek bozguna uğrayan Suriye politikası yetmiyormuş gibi, yolsuzluk skandalı ve buna bağlı olarak Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Gülen hareketi arasında yaşanan çatışma da Erdoğan’ı yalpalatıyor.
Orhan Kemal Cengiz, yolsuzluk skandalıyla birlikte Türk ordusunun siyasette tekrar ağırlık kazanabileceği kaygısının baş gösterdiğini belirtiyor.
Türk sanayisinin kimi ağır toplarıyla görüşen Cengiz Çandar ise Türkiye’yi belirsizliklerle dolu, kasvetli bir yılın beklediğini söylerken, The Economist dergisine atfen Türkiye’nin artık “parlak bir örnek” olmadığını belirtiyor.