Katar Başbakanı Hamad bin Jassim El Thani, 30 Nisan’da yaptığı açıklamada 1967 sınırları temelinde İsrail ile Filistin arasında yapılacak bir toprak takası üzerinde Arap devletlerinin ilkesel olarak anlaştığını söyledi. Ne var ki bu açıklama İsrail siyasetinin üst makamlarında fazla bir heyecan yaratmadı.
Bu tepki doğal sayılır. Zira İsrail liderlerinin bakışına göre, egemen İsrail topraklarının adına “Judea ve Samaria” dedikleri ve yine kendi toprağı saydıkları başka topraklarla takas edilemeyeceği açık. Bu topraklara dünyanın geri kalanı tarafından “işgal edilmiş topraklar” dense bile. Bu, müzakereyi baştan imkânsız kılan bir anlayış. Çocuklar bile bilir ki arkadaşınla pul değiş tokuş edeceksen, öncelikle karşı tarafın kendi koleksiyonunun sahibi olduğunu kabul edeceksin. İsrail’e göre ise karşı tarafın pullarının çoğu da kendisine ait.
Daha önce yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi Başbakan Benjamin Netanyahu, 4 Haziran 1967 sınırlarının, toprak takası müzakereleri için temel kabul edilmesine kesinlikle karşı. Başbakanın bu duruşu, içinde yetişip eğitim aldığı revizyonist dünya görüşüne dayanmaktadır.
Revizyonist Siyonizm’in benimsediği anlayışa göre, Yahudi sürgününün çözümü için verilecek mücadele hem diplomatik, hem askeri alanda yürüyecek ve Vaadedilmiş Topraklar’da, Ürdün Nehri’nin her iki kıyısında yer alan bir Yahudi devletinin kurulmasıyla neticelenecekti. Dolayısıyla Netanyahu’nun ait olduğu ekolün gözünde İsrail, 65 yıl önce bağımsızlığını ilan ederken zaten tarihi bir taviz vermiş oldu; yani Ürdün Nehri’nin doğu yakasındaki egemenlik hakkından vazgeçmiş oldu. Bu ekol, uluslararası toplum tarafından da kabul gören Filistin yaklaşımını reddeder; yani Filistinlilerin 25 yıl önce tüm Filistin’i kapsayan bir devlet kurma talebinden vazgeçip, BM’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını kabul ederek uzlaşma yoluna gittiğini kabul etmez.
BM’nin söz konusu kararları, genel anlamda İsrail’in güvenli ve üzerinde anlaşılmış sınırlara çekilmesini söyler ve Yeşil Hat olarak bilinen 1967 sınırlarını İsrail ve Arap devletleri arasında “barış çizgisi” olarak tanımlar. Bu da şu anlama geliyor ki Filistinlilere kalan toprak, İngiliz Mandası zamanında Ürdün Nehri ve Akdeniz arasında Filistin olarak tanımlanmış bölgenin ancak yüzde 22’ine tekabül ediyor.
Kalıcı İsrail-Filistin anlaşması için 2000 yazında Camp David’de yapılan görüşmelerin başında ABD ve İsrail, 1967 sınırlarını Batı Şeria’daki yerleşimleri İsrail’e katacak şekilde değiştirmeyi önerdi. Filistinliler buna olumlu yaklaştı.
2008’de Filistin Devlet Başkanı Abu Mazen (Mahmud Abbas) ve dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in toprak takası üzerinde anlayış birliğine vardıkları ortaya çıktıktan sonra Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Barış Girişimi’ne açıkça destek vermeye devam etti. Ortadoğu’daki büyük çalkantı ve hatta Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi bile bu tutumda bir değişikliğe yol açmadı.
Toprak takası zorunluluk arz eden bir düzenleme, sadece barış görüşmelerinin ön koşulu olması bakımından değil, toprak meselesinde iki tarafın görüş ayrılıklarını giderecek tek yol olmasından dolayı zorunludur. Bu formül, İsrail yönetimine 1967 sınırlarına dönmediğini söyleme imkânı verirken Filistinlilere de döndüklerini söyleme imkânı verecek.
Amaç ne olursa olsun toprak takasını reddetmek iki taraf arasında kalıcı anlaşmayı reddetmek demektir. Bu yüzdendir ki Hamas toprak takasına hararetle karşı çıkmakta.
Paradoksal olarak, 242 sayılı kararın İsrail’in 1967 Altı Gün Savaşı’nda aldığı topraklardan son metresine kadar çekilmesini gerektirdiğini kabul edenler, revizyoncuların en koyuları yani, eski başbakan Menachem Begin ve Likud’un kurucularından eski başbakan Ariel Şaron oldu.
Bu yorumu kabul ettiklerini gösteren şey, Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi’nden çekilmek için ayrı ayrı aldıkları kararlardır.
Diğer ironik bir nokta ise, Araplar yalnız 1967 sınırlarına odaklanırken, Netanyahu durmadan 1948 meselesine ilişkin konuları gündeme getiriyor.
Bu sebeptendir ki Netanyahu yaptığı her konuşmada Filistinlilerin İsrail’i bir Yahudi devleti olarak tanımasının barış görüşmeleri için ön koşul olduğunu tekrar edip duruyor. Dışişleri Bakanlığı’nda daha bu hafta yaptığı toplantıda Netanyahu, inatçı bir tavırla şunu tekrar etti: “Filistinlilerle olan ihtilafın kökeni Batı Şeria’daki Yitzhar yerleşimi değil, İsrail şehirleri olan Hayfa, Akka, Yafa ve Aşkelon’dur.”
Oysa Netanyahu, zarif bir şekilde şu gerçekleri atlıyor: Abu Mazen, Birleşmiş Milletler’e başvurup 1967 sınırları temelinde bir Filistin devletinin resmen tanınmasını istedi ve sonrasında verdiği bir televizyon mülakatında memleketi olan İsrail’in Safed kentine sadece turist olarak gitmek istediğini söyledi.
Netanyahu aynı toplantıda “İsrail’in iki uluslu bir devlet olmasını imkânsız kılacak ve aynı zamanda İsrail’in istikrar ve güvenliğini sağlayacak bir düzenleme” üzerine Filistinlilerle anlaşmak istediğini ifade etti. Netanyahu’nun bu isteği dört sene önceki Ban-Ilan konuşmasını berbat etmesinden başka bir şey değil ki o konuşmanın da boş laftan ibaret olduğu geçen süre içeresinde anlaşıldı. Netanyahu, bir kez daha Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkından bahsetme gereği duymadı.
Güvenlikten söz ederken başbakanın kastı, İsrail’in Ürdün Vadisi üzerinde tam kontrol sahibi olmasıdır. Konunun net anlaşılması adına şunu belirtelim ki Ürdün Vadisi, Filistinlilerin BM kararları gereğince Akdeniz ve Ürdün Nehri arasında talep ettikleri toprağın üçte birini teşkil etmektedir. Bu mantıksız tavrıyla Netanyahu aslında İsrail’i öyle bir yöne sürüklüyor ki bir gün geriye sadece iki seçenek kalacak: ya iki uluslu devlet olmak ya da Apartheid devleti olmak.
Arap Birliği heyetinin, Washington’da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Dışişleri Bakanı John Kerry ile görüştükten sonra toprak takası konusunda ortaya koyduğu irade ileri bir adım ama sürpriz değil. Arap Birliği baştan beri, yani ta 2002’den bu yana Filistinlilerin Yeşil Hat’ın doğusundaki topraklarla İsrail içindeki toprakların takası konusunda sergilediği istekliliğe destek vermiştir. Müslüman ülkeler açısından Abu Mazen, İslamiyet’in kutsal mekânları üzerindeki egemenlikten vazgeçmeyi düşünmedikçe ve Harem-i Şerif üzerinde Yahudilere kontrol hakkı vermedikçe istediği takası gönlünce yapabilir.
Buna karşın, Netanyahu üyesi olduğu Şaron hükümetinin 2003’te almış olduğu karara bağlı kalarak Arap Girişimi’ni reddetmektedir. Hükümetin Mayıs 2003’te Bush dönemi “yol haritasını” kabul ederken karara eklediği 14 koşuldan biri de aslında şuydu: “İsrail, Suudi Girişimi ve Arap Girişimi’ne cevap verilmesini hariç tutar.”
İsrail-Filistin ihtilafına saygısızlık olmasın ama ABD ile Arap Birliği arasındaki iş birliğinin çok daha büyük bir amacı var. Bölgedeki çalkantı ABD’yi ve Sünni ülkeleri ortak bir çıkar etrafında birleştirdi. O da İran-Suriye-Hizbullah ekseninin önüne geçmek, Ürdün’ü güçlendirmek ve El Kaide’nin Sina Yarımadası, Gazze ve Batı Şeria’ya sızmasını önlemektir. Obama yönetimi, Arap Girişimi temelinde İsrail-Filistin cephesinde sağlanacak ilerlemenin yeni bir bölgesel ittifak için tutkal olabileceğine inanıyor.
Bu yaklaşım, İsrail’in tek bir toprak ödünü bile vermeden güvenlik bakımından doğrudan fayda sağlaması anlamına geliyor. Böylece İsrail, temel konular üzerinde tüm Arap ülkelerinin uzlaştığı iki devletli bir çözüme varma imkânı bulabilir. Ne var ki zaman İsrail’in lehinde değil. Arap Birliği temsilcileri, altı ay içeresinde diplomatik ilerleme sağlanmadığı takdirde bu önerinin geri çekileceğini Washington’da üstü kapalı olarak belirttiler. Böyle bir netice, barış için fırsat penceresinde kalan son küçük aralığın da kapanması demek olur.
Ne yazık ki sadece iki İsrail hükümet üyesi Katar Başbakanı’nın açıklamasına cevap verme gereği duydu: Adalet bakanı ve HaTenua Partisi Genel Başkanı Tzipi Livni ve Yesh Atid Partisi’nden Bilim Bakanı Yaakov Peri. 1988 ile 1995 arasında Şin Bet güvenlik servisinin başında bulunan Peri, aynı zamanda, partiler üstü bir hareket olan ve son iki yıldır Arap-İsrail ihtilafına bölgesel bir çözüm bulunmasını teşvik eden İsrail Barış Girişimi’nin kurucularından biri. Bu iki bakan yalnız mı kalacak?