Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan iktidarının 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri için sürdürdüğü kampanya, tarihe AKP döneminin en kutuplaştırıcı, söylemde en sert ve kırıcı seçim kampanyası olarak geçecek. İktidar bir seçim kampanyasında dini ve din eksenli kutuplaştırmayı hiç bu kadar kullanmamıştı. Muhalif lider ve adaylara yönelik tehditler ve seçim sonuçlarını tanımama eğilimi de en çok bu kampanyada gündeme geldi. İktidar sözcüleri muhalefeti gayrimeşru göstermek için adeta birbiriyle yarışırken kendi seçmenlerini de şeytanlaştırdıkları bir muhalefetle korkutarak oylarını koruma yolunu denediler. Olağandışı boyutlardaki bu siyasi sendromun en büyük nedeni, Türk ekonomisinin resesyona girmesiyle birlikte artan hayat pahalılığı ve işsizliğin, iktidarın büyük şehirlerde seçimleri kaybetme ihtimalini ortaya çıkarmasıydı.
Bu sendromun zirvesi, 15 Mart’ta Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde meydana gelen cami katliamları vesilesiyle Türkiye’de dinin ve din eksenli kutuplaşmanın bir seçim kampanyasında en kaba biçimde kullanılmasıydı.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 16 Mart’ta yerel seçim mitingi için gittiği Tekirdağ’da konuşmasını yaparken, “Şurayı izleyelim, bunlar önemli” dedi ve bu sırada, bir gün önce Yeni Zelanda’da iki camide 50 kişinin öldürüldüğü katliamın bizatihi saldırgan Brenton Tarrant tarafından yayımlanan ses ve görüntüleri dev ekrana yansıtılarak alandakilere gösterildi.
Katliam videosunun hemen ardından iktidarın yerel seçimlerdeki rakibi “Millet İttifakı”nın büyük ortağı CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu getirildi ekrana. Ana muhalefet liderinin 15 Mart’ta Yalova’da bir kapalı salon toplantısında konuşurken, aynı güne rastlayan Christchurch’deki kanlı saldırıyı kınadığını ve “İnsanlığa karşı büyük bir terör suçu işlendi. Batılı ülkeleri ödevlerini yapmaya çağırıyoruz” dediğini öncesinde öğrenmiştik.
Lakin Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından Tekirdağ’daki AKP mitinginde gösterilen, aşağıdaki cımbızlanmış bölümdü: “Tabii, durup İslam coğrafyasına da bakmak gerekiyor. İslamiyet’in üzerinden insanların birbirlerini nasıl katlettiklerini de görmeliyiz. İslam dünyasından kaynaklanan terör...” Tam bu sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan araya girdi ve öfkeli bir ses tonuyla Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Terbiyesize bak, ‘İslam dünyasından kaynaklanan terör’ diyor” diye çıkıştı.
Alandakiler Kılıçdaroğlu’nun “İslam dünyasının da oturup düşünmesi gerekiyor” dediğini duydular; peşinden Erdoğan ana muhalefet liderine şu sözlerle yüklendi: “Şu hale bak ya, ne günlere kaldık. Terörün kaynağının İslam dünyası olduğunu söyleyecek kadar kendini kaybetmiş birisi, bu ülkede siyaset yapıyor. Bay Kemal, sen terörün kaynağının İslam dünyası olduğunu söylemeye ne yetkilisin, ne ehilsin. (...) Terörün kaynağına ümmeti yerleştiren bu adama oy vermenin dahi ne kadar büyük bir vebal olduğunu artık anlayalım. Bu hesabı 31 Mart’ta verecek.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan Yeni Zelanda’daki katliamı, Türkiye’de seçmenin “Millet İttifakı” adaylarına oy vermemesi için bir “dini gerekçe” olarak işte böyle kullandı.
Dini seçim kampanyasına malzeme yapmaktaki ısrar yerele gidildikçe aşırı boyutlar kazandı, iktidar adına siyaset yapan bazıları Erdoğan’a oy vermenin “cennetin kapılarını açacağını” dahi iddia edebildi. Türkiye’nin muhafazakâr Şanlıurfa ilinde, Eyyübiye belediye başkanlığına aday adayı olan AKP’li Mustafa Göktaş 16 Mart’taki bir kampanya etkinliğinde yaptığı konuşmada, “31 Mart’ta AK Parti’ye oy verin, Erdoğan’a oy verin. Erdoğan’a oy verdikten sonra cennetin anahtarı cebinizdedir. Bunu iyi bilin” dedi.
Daha önce 3 Mart’ta yine aynı ilde, AKP’nin Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Kasım Gülpınar, partisinin Siverek seçim bürosunun açılışında toplanan kalabalık karşısında konuşurken, “oylarını AKP’ye vermelerinin karşılığında Allah’ın da mahşerde kendilerinden hiçbir hesap sormayacağını” ileri sürmüştü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhalefetin önde gelen figürlerine yönelik tehdit içeren sözler de sarf etti ve hoşuna gitmeyen seçim sonuçlarını tanımama eğiliminde olduğu hakkında kuvvetli ipuçları verdi. Erdoğan’ın hedefindeki önemli isim, Ankara’da bütün anketlere göre önde görünen “Millet İttifakı”nın Büyükşehir Belediye Başkan Adayı CHP’li Mansur Yavaş’tı. Önce kendisine karşı 2015’te açılmış ve aleyhinde sonuçlanmış bir “sahte senet” davası olduğu iktidara yakın medya tarafından 8 Mart’ta duyuruldu, 10 gün sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir TV programı sırasında bu konu hakkındaki görüşleri soruldu.
Erdoğan şunları söyledi: “Bu belgelerin ortaya çıkması, yargının Sayın Yavaş'la ilgili vermiş olduğu karar kenara konulacak bir şey değil. Bu seçime böyle girebilse dahi seçimden sonra bunlar milletin önüne gelecek, milletin önüne geldiği zaman burada çok ciddi bir bedeli kendisi ödeyeceği gibi Ankaralı hemşehrilerimize de ödetme durumuna düşürür.”
Erdoğan’ın bu sözlerinin, Mansur Yavaş’ın seçilse bile sonrasında hakkındaki “sahtecilik” mahkûmiyeti nedeniyle yasa gereği görevden alınacağı ve yerine kayyım atanacağının iması olmaktan başka bir anlam taşıdığını iddia etmek mümkün değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, öncesinde 9 Mart’ta “Millet İttifakı”nın küçük ortağı İYİ Parti’nin Genel Başkanı Meral Akşener’i “Birileri şu an cezaevinde süre dolduruyor, sen de aynı yola düşebilirsin” diyerek hapisle tehdit etmişti.
İktidar sözcülerinin tehditkâr üslubu Erdoğan’ınkiyle sınırlı kalmayıp, partisinin taşra teşkilatına da sirayet ediyor. AKP’nin Kütahya İl Başkanı Ali Çetinbaş’ın 10 Mart’ta partisinin destekçilerine hitap ederken muhalefete oy verecek olanları ima ederek, “31 Mart’ta, bu milletin değerlerine karşı siyaset yapan şer ittifakı, illet ittifakı ve kim bir araya gelirse gelsin bu sokaklarda, mahallelerde gezme şansı olmayacak” diye konuşması bu tutumun bir örneği olmakla kalmıyor, muhalefete karşı şiddet içeren eğilimleri hoş gören bir ton da taşıyordu.
İktidar sözcüleri ekonomik krizin artan baskısını, muhalefeti terör örgütleriyle ittifak halinde imiş gibi takdim ederek dengelemeye çalışıyorlar. Misal, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 11 Mart’ta Aydın’da yaptığı konuşma: “31 Mart akşamı Cumhur İttifakı'nda bir zafiyet olursa (...) ertesi sabah 1 Nisan'da 6 yaşındaki masum çocukların eline silah vererek kaymakamlık ve valilikleri altüst ederler. (...) Ne Söke ne de Aydın Büyükşehir Belediyesi'ne Kılıçdaroğlu'nun adımını zafer naralarıyla attırmayın. Buraya Truva atı olarak geliyor. PKK'nın temsilcilerini taşıyor."
İkinci örnek de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 4 Mart’ta Suriye’nin komşusu Hatay’daki bir AKP toplantısında yerel seçimdeki rakipleri “Millet İttifakı” aleyhinde dile getirdiği ifadeler: “Sizin adaylarınız içinde DHKP-C’li, PKK’lı var işte görüyoruz. Siz bir kere PKK ile FETÖ ile DHKP-C ile TİKKO ile ne kadar terörist, terör örgütü, bölücü, hain varsa onlarla ittifak içindesiniz. Bu mudur milliyetçilik? (...) Esed’in peşinde koşuyorsunuz. Bunların milliyetçilikle, milletle bir ilgisi yok.”
Bütün bu örnek vakalar, iktidarın başta yargı olmak üzere tüm devlet organları, kamu kaynakları ve medya üzerindeki tartışmasız kontrolüne rağmen, ekonomik krizin yıpratıcı etkisi altında kalarak 31 Mart’ta büyük şehirleri kaybetme paniğini yaşadığını ve duygu halinin de kendi siyasi kültüründeki baskıcı eğilimleri hiç olmadığı nispette açığa çıkardığını gösteriyor.