ABD Başkanı Donald Trump, Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile görüşmeye istekliyse bir sonraki muhatabı belki İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani olabilir.
Trump-Ruhani görüşmesinin ilk bakışta uzak bir ihtimal gibi göründüğü doğru. İran’a “katil rejim” diyen Trump, İran’ın nükleer silah programını frenlemeye dönük Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı (OKEP) da temelden sakat bir anlaşma olarak görüyor. Ancak bu konuda bir emsal var. Şaşırtmaya meyilli bir yapısı olan Trump, eylülde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun New York’taki toplantıları sırasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron aracılığıyla Ruhani’yle görüşmek istemiş ama İran heyeti bu talebi kabul etmemişti.
Trump yönetimi OKEP’i temelden sakat bir anlaşma olarak görüyorsa Kuzey Kore’nin kıtalararası balistik füze ve nükleer silah programlarını frenleyecek bir anlaşmanın nasıl bir modele, ne gibi kıstaslara dayanacağı sorusu gündeme geliyor. Rex Tillerson’ın yerine dışişleri bakanlığına aday olan CIA Başkanı Mike Pompeo, 11 Mart’taki açıklamasında Obama yönetiminin OKEP’teki duruşundan farklı olarak ABD’nin Kuzey Kore ile “muazzam güçlü” bir pozisyondan müzakere edeceğini ve İran anlaşmasının aksine Kuzey Kore’ye nükleer silah konusunda “çıkış kapasitesi” bırakmamaya çalışacağını söyledi.
Görünen o ki İran nükleer müzakerelerinden farklı olarak ABD Kuzey Kore’yi hâlihazırda sahip olduklarından da vazgeçmeye zorlayacak. Bu, OKEP’e kıyasla çok daha zorlu bir hedef. İran’ın ne nükleer silahı ne de kıtalararası balistik füze programı vardı. Kuzey Kore lideri Kim ise hem bunların ikisine de sahip hem de ABD’yi nükleer saldırıyla tehdit etmişliği var. ABD istihbarat teşkilatının değerlendirmesine göre “Pyongyang ABD’ye doğrudan tehdit oluşturabilecek uzun menzilli, nükleer başlıklı bir füze geliştirmeye kararlı.” Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden Mark Fitzpatrick ve Michael Elleman da geçtiğimiz günlerde yayımladıkları makalede şöyle diyorlar: “İran’ın geliştirmekte olduğu hiçbir füze ABD’yi vurabilme noktasına yaklaşmış değil. Bu füzeler güneydoğu köşesi hariç Avrupa’nın büyük bölümüne de ulaşamıyor.”
Washington ve Tahran’ın diyalog başlatabileceği pek çok konuda hâlihazırda diplomatik çalışmalar zaten yapılıyor. OKEP revize edilecekse İran’ın kıtalararası balistik füze geliştirmesini engelleme hedefinin masada olabileceği konusunda ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında mutabakat oluşuyor.
İsrail-Suriye sınırındaki gerilim potansiyeline gelince geçtiğimiz ay bu sütunda Akdeniz’deki gaz arama çalışmalarında Blok 9’da yaşanan ihtilafta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı David Satterfield’in İsrail ile Lübnan arasında mekik diplomasisi yürüttüğünü ve bu temaslarla İsrail ile Hizbullah arasında bir nevi arka kanal açıldığına değinmiştik. Beyrut’ta İsrail dosyasının Hizbullah’ın elinde olduğunu herkes biliyor.
Söz konusu yazıda şöyle demiştik: “Blok 9 konusu İsrail ile Lübnan arasında ihtilaflı sınırı belirleyen Mavi Hat konuşulmadan konuşulamaz. Mavi Hat ise Suriye meselesinden ayrılamaz; Suriye meselesi de ABD, İsrail ve İran arasındaki ilişkilerden bağımsız ele alınamaz. Satterfield’in girişimleri ve Lübnan hükümeti üzerinden Hizbullah ve İran’la muhtemel bir arka kanalın oluşması, İsrail-Lübnan sınır meselesinin çözümü için gereken ön çalışmaları başlatırken İsrail’in sınırlarında çatışma ihtimalini azaltacak bir açılım da sağlayabilir.” Akiva Eldar da Al-Monitor’daki yazısında İsrail’in bir gün İran’la doğrudan görüşebilmesi için bu temasları geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.
Diplomatik kulvar sayesinde Hizbullah’ın Suriye’den ne zaman ve hangi koşullarda çıkacağı, ayrıca Lübnan’da nasıl bir rol oynayacağı meselesi de kolaylaşabilir. Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Aun geçen hafta Hizbullah’ın silahları meselesinin 6 Mayıs seçimlerinden sonra ele alınacağını söyledi. Aun böyle bir açıklamayı Hizbullah’ın onayını almadan yapamaz. Dolayısıyla bu konu izlenmeye değer. Aun, 2013’te cumhurbaşkanı olmadan üç yıl önce Al-Monitor’a şöyle konuşmuştu: “Bana göre İran Hizbullah’ı İsrail’e baskı uygulamak için kullanıyordu. Mesele çözülünce İranlıların Hizbullah’a ihtiyacı kalmaz. Kuşkusuz araları iyi olacaktır. Bu bize zarar vermez. Biz herkesle iyi geçinmek istiyoruz. Ancak normalde İran’ın böyle bir gücü idame ettirmek için para harcayacağını sanmam. Bu çok masraflı bir iş.”
OKEP’in altında imzası olan ABD, İran, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Almanya ve Avrupa Birliği diyaloğun kapsam ve yerini belirleyebilir. Bu ülkeler dışişleri bakanı düzeyinde pek çok kez görüştü. Aynı grup yeniden bir araya gelerek çok taraflı veya ikili Trump-Ruhani görüşmesi için gerekli hazırlıkları yapabilir.
Bu arada Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman bu hafta ABD’yi ziyaret ediyor. Trump yönetiminin Veliaht Prens’e net mesajlar vermesi de isabetli bir adım olur. Suudi Arabistan İran’a yönelik bir diplomatik açılıma sıcak bakmayabilir. Ama prens, krallık için bataklığa dönüşen Yemen’den bir çıkış arıyor olabilir. Suudi Arabistan’ı uluslararası eleştirilerin hedefi yapan kuşatma Yemen’de kolera salgınına, geniş halk kitlelerinin açlık ve acı çekmesine neden oldu.
Bruce Riedel’e göre “Suudilerin Trump ekibiyle ilişkisi iki ülke arasında George H.W. Bush ve Kuveyt’in kurtarılmasından bu yana en yakın ilişkidir.” Ancak bu yakınlık pürüzsüz değil. Riedel şöyle yazıyor: “Veliaht Prens’in kasımdaki yolsuzlukla mücadele hamlesi ABD Başkanı Donald Trump’tan destek gördü ama Batı medyasında meşruiyeti zayıf, beceriksiz bir haraç girişimi olarak görüldü. Bu olaydan başka nahoş ifşaatlar da çıkabilir. İnsan hakları savunucuları, Muhammed’in veliaht prens olmasından sonra krallıkta idamların ikiye katlandığına dikkat çekiyor. Vizyon 2030 programının ana unsuru olan, uzun zamandır sözü verilen ARAMCO’nun yabancı yatırımcıya açılması ise 2019 yılına ertelenmiş durumda.”
Riedel şöyle devam ediyor: “Al-Monitor’un daha önce de aktardığı gibi ABD’nin Yemen savaşına verdiği desteğe Senato’daki muhalefet giderek güçleniyor. Barack Obama zamanında ABD’nin tutumunu eleştirmekten kaçınan Demokratlar artık böyle bir baskı altında değil ve savaşın yarattığı insani felakete daha büyük hassasiyet gösteriyor. Suudiler savaşın medyaya yansımasını engellemekte büyük ölçüde başarılı oldu ama Beyaz Saray bile ablukanın gevşetilmesi için Riyad’ı uyardı.”
Bir başka Al-Monitor muhabiri de şu tespitlerde bulunuyor: “Pek çok kişi Tahran’la Riyad’ın bir gün ‘kazan-kazan’ temelinde bölgesel uzlaşıya varıp varamayacağını sorgularken Yemen savaşındaki sonuçlar her geçen gün iki tarafın da kazanmadığını, aksine ikisinin de farklı alanlarda tüketen bir ‘kaybet-kaybet’ durumuna saplandığını gösteriyor. Yine de savaşa doğrudan dâhil olan Suudi Arabistan daha çok kaynak harcıyor. İran’ın Yemen’deki en büyük maliyeti ise savaşa doğrudan katılmadan müttefiki Ensar Allah’a silah ve uzmanlıkla sağladığı destekten dolayı uluslararası toplumdan ilave baskı görmesi.”
Buradaki önemli nokta şu: İran’la başlatılacak diplomatik kulvar, İsrail ve Suudi Arabistan’ın OKEP sürecinde şikayet ettiği gibi bu iki ülkeyi göz ardı eden bir süreç olmamalı. Trump-Ruhani görüşmesi, İsrail, İran, Hizbullah çatışmasını önleme yolunda ilerlemek, Suudi Arabistan’a da Yemen kâbusundan onurlu çıkış imkânı vermek için fırsat olur. Bunlar iddialı ve sonucu garanti olmayan hedefler olabilir ama ABD’nin diplomatik öncülüğü olmadan başarı şansı hiç yok. Yeterince acı çekmiş olan Yemen ve Suriye halkları ABD’nin diplomatik atağını da pekâlâ alkışlayabilir.