Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Federal Meclis üyeleri önünde her yıl yaptığı ve ABD başkanlarının “Birliğin Durumu” konuşmasına tekabül eden konuşmasını bu yıl 1 Aralık’ta yaptı. Devlet başkanı olarak 13. kez yaptığı ve 70 dakika süren bu konuşmada Putin çoğunlukla ekonomik ve toplumsal konular gibi iç meselelere odaklandı, dış politikaya ise sadece 7 dakika ayırdı.
Putin’in ana mesajı onun söylemine özgü “sertlik-esneklik” karışımını yansıtıyordu: “Biz kimseyle çatışma peşinde değiliz. Düşmanlara değil, dostlara ihtiyacımız var. Ancak menfaatlerimizin göz ardı edilmesine de izin vermeyiz. Sorumluluğumuzun boyutunun farkındayız ve katkımızın talep edildiği, anlamlı ve gerekli olduğu durumlarda küresel ve bölgesel sorunların çözümünde yer almaya gerçekten hazırız.”
Aynı günün ilerleyen saatlerinde Rusya’nın yeni dış politika stratejisi yayımlandı. Resmi olarak “Rusya Federasyonu’nun Dış Politika Konsepti” adını taşıyan bu belge Putin tarafından bir gün önce 30 Kasım’da imzalanmış, ancak resmî açıklamaya kadar metnin son şeklini metin üzerinde çalışanlar da dâhil pek az kişi görmüştü.
2013’te yayımlanan bir önceki dış politika stratejisine kıyasla yeni metnin hem dil hem içerik bakımından daha “sert” olduğu dikkat çekiyor. Tehditlerle mücadeleye, güvenlikle ilgili konulara vurgu yapan belgede başlıca öncelikler “ülkeye, ülkenin egemenlik ve toprak bütünlüğüne güvenlik sağlamak” ve “günümüz dünyasının en etkili merkezlerinden biri olarak Rusya’nın konumunu güçlendirmek” şeklinde ifade ediliyor. Bu tezin yeni bir şey olmadığı ortada. Rusya epey zamandır bu paradigmaya göre hareket ediyor. Ancak burada Rus elitlerin günümüz dünyasını nasıl algıladığına dair önemli ipuçları yer alıyor. Dünya, giderek istikrarsızlaşan, rekabetçi ve genel anlamda hasmane bir yer olarak görülüyor. Dış politikada önerilen araçlar da Kremlin’in bu algı doğrultusunda hareket etmeye kararlı olduğunu gösteriyor.
Orta Doğu bağlamında Moskova’nın önceliklerinde fazla bir değişiklik yok. Sovyetler Birliği’nin eski coğrafyası ve buna bağlı olarak Avrasya Ekonomik Birliği’ni geliştirme, savunma kurumlarını yani Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü güçlendirme başlıca öncelik olarak yerini koruyor. Bunun ardından Avrupa’yla ilişkiler geliyor. Burada Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı, NATO gibi Avrupa’nın tüm timsalleriyle ikili ilişkiler kastediliyor. Orta Doğu ise ancak ABD, Kuzey Kutbu, Asya-Pasifik ülkeleri ve Güneydoğu Asya Uluslar Birliği’nden sonra zikrediliyor ve bir tek Latin Amerika’nın önünde yer alıyor. Fakat bu sıralama Orta Doğu’nun Rusya için önemi bakımından yanıltıcı olmamalı.
Orta Doğu’ya ayrılan beş kapsamlı paragrafın ilkinde Rusya’nın bölgenin güvenliğine “katkı yapmaya”, ihtilafların siyasi ve diplomatik yoldan çözümüne odaklanmaya devam edeceği belirtiliyor. Bu kapsamda Arap-İsrail ihtilafını da Orta Doğu Dörtlüsü aracılığıyla çözme arzusu dile getiriliyor.
İki ayrı paragrafta yer alan Suriye ve İran’a Rusya’nın bölgesel stratejisinde özel bir yer verildi. Moskova, Suriye’nin tüm etnik ve dini grupların “barış ve güvenlik içinde yaşayacağı, eşit hak ve fırsatlardan yararlanacağı laik, demokratik ve çoğulcu bir devlet” olarak “birliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne” bağlılığını bir kez daha teyit etti. Bu ifadeler Kremlin’in günün sonunda neyi hedeflediği, “çatışma safhası” bittiğinde müzakerelere hangi noktadan başlayacağı konusunda fikir veriyor. Ayrıca Rusya’nın Suriye’nin bölünmesi üzerinden hesap yaptığı iddialarının etkisiz kılınması amaçlanıyor. Tabii, federasyon seçeneği bir gün masaya gelecek olursa bu duruş Moskova’nın federasyonu savunmasını teknik olarak engellemiyor.
İran’a gelince “kapsamlı iş birliği” geliştirme arzusunun sürdüğü belirtilirken İran’ın dış askeri müdahaleden kaçınmak için nükleer programını “BM Güvenlik Konseyi’nin 2231 sayılı kararı ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun ilgili diğer prosedürleri temelinde” yürüteceği ümidi dile getiriliyor.
Üçüncü husus olarak Rusya çeşitli kurumsal çerçevelerde etkinliğini artırmak istiyor. Bu bağlamda Rus-Arap İş Birliği Forumu üzerinden Arap devletleriyle ortak çalışmak, “stratejik diyalog” için Körfez İş Birliği Konseyi’ne açılmak ve İslam İş Birliği Teşkilatı’ndaki gözlemci statüsü üzerinden Müslüman dünyasının geneliyle “karşılıklı ilişkileri artırmak ve ortaklılıklar geliştirmek” dile getiriliyor.
Güvenlik açısından bakıldığında Rusya’nın Orta Doğu’ya ilgisinin artacağını varsaymak için yeterli gösterge var. Strateji belgesinin “Günümüz Dünyası ve Rus Dış Politikası” başlıklı ikinci bölümünde Moskova “birleşik ve bölünmemiş güvenlik” kavramını vurguluyor, katı kurumsal yapıların etkisiz kaldığını söylüyor: “Mevcut askeri-siyasi ittifaklar günümüzün tüm tehdit ve meydan okumalarıyla baş edemiyor. Halklar ve devletler arasında karşılıklı bağımlılığın arttığı günümüz dünyasında güvenlik ve istikrarı sadece belli bir toprakta sağlama çabaları faydasızdır.” Dolayasıyla Rus dış politikasında geçici bölgesel ve bölge ötesi ittifaklar kurma eğiliminin süreceği ve Moskova’nın çıkarları doğrultusunda bunlara sık sık başvuracağı söylenebilir.
Orta Doğu’da Rusya’nın radarında olması muhakkak bir başka kritik alan da terörizm. Uluslararası terörizmden yükselen tehdit belgenin tamamında göze çarpıyor. “Uluslararası Güvenliğin Güçlendirilmesi” başlıklı bölümde Rusya’nın terörle mücadele politikalarına tam 10 paragraf ayrılıyor. “Küresel Sorunların Çözümünde Rusya’nın Öncelikleri” başlıklı bölümde ise dijital tehditlere ve İnternetteki “terörist ve kriminal tehditler” ile mücadele gereğine geniş yer veriliyor. Terörizm “çağdaş dünyanın en tehlikeli gerçeklerinden biri” olarak tanımlanıyor. Terörün Orta Doğu’da yaygınlaşmasının ana sebepleri olarak “küreselleşmenin açığa çıkardığı sistemsel kalkınma sorunları” ve “dış müdahaleler” gösterilirken bu iki etkenin “geleneksel devlet yönetim mekanizmalarının çökmesine” ve “silahların yasa dışı yollardan yayılmasına” neden olduğu belirtiliyor.
Orta Doğu’da süren kaosun temel bir kaynağı olarak görülen bu durum Rusya’nın yeni dış politika stratejisinde şöyle ifade ediliyor: “Aşırıcı güçler, dini değerlerin saptırılmış bir yorumunu kullanarak; siyasi, uluslararası ve dinler arası çekişmelerde kendi hedeflerine ulaşmak için şiddet çağrısı yaparak söz konusu eğilimlerden yararlandı.”
Moskova’ya göre İslam Devleti ile “benzer grupların” yükselişi “küresel terör tehdidinde niteliksel olarak yeni bir yapıyı” temsil ediyor. Bu bağlamda “kutuplaşma ve çifte standart olmaksızın geniş kapsamlı bir uluslararası terörle mücadele koalisyonunun sağlam bir yasal zeminde kurulması” terörle mücadelenin ana istikameti olarak tarif ediliyor. Bu anlayış, ilk olarak geçen yıl Rusya’nın Suriye müdahalesinden birkaç gün önce Putin tarafından BM Genel Kurulu’nda dile getirilmişti. Siyasi yükselişini büyük ölçüde 1990’lar ve 2000’lerin başında Kuzey Kafkasya’daki cihatçılara karşı sağlanan başarılara borçlu olan Putin’in siyasal psikolojisinde uluslararası terörle mücadele kökleşmiş bir yere sahip. Putin, terörün yeni ABD yönetimi de dâhil birlik olmayı gerektiren büyük bir tehdit olduğuna samimiyetle inanıyor.
Nitekim 1 Aralık’taki konuşmasında Putin şu ifadeyi kullandı: “ABD ile Rusya arasındaki iş birliği tüm dünyanın menfaatine. Uluslararası güvenliği ve istikrarı sağlama konusunda ortak sorumluluk taşıyoruz. (…) ABD’nin, hayali değil gerçek bir tehdit olan uluslararası teröre karşı iş birliği yapacağına itimat ediyoruz.”
Bu sözler ve Moskova’nın Washington’la bir gün böyle bir iş birliği yapma umudu uluslararası terörle mücadelede ABD’ye yapılan üçüncü çağrı olarak görülmeli. 2001’de 11 Eylül olaylarının ardından ve 2013’te Boston Maratonu saldırısından sonra yapılan ilk iki çağrı fazla bir sonuç doğurmamıştı.