Cumhurbaşkanı Erdoğan 5 Haziran 2015 tarihinde yaptığı konuşmada ülkede basın özgürlüğü olmadığı yönündeki eleştirilere şu sözlerle yanıt vermişti: “Eğer ben diktatör olsaydım siz o yayınları yapamazdınız...”
Bu konuşmadan iki gün sonra 7 Haziran 2015’te gerçekleşen genel seçimlerde Erdoğan ve partisi büyük bir şok yaşadı. İktidar partisi ilk kez parlamentoda çoğunluğu kaybederken, sahip olduğu gücü kimseyle paylaşmaya niyeti olmayan Erdoğan seçim sonuçlarının faturasını medyaya kesti. Hukuk sınırlarını sonuna kadar zorlayan Erdoğan, ülkede yeni bir seçim yapılmasını sağladı.
1 Kasım tarihinde yapılacak seçimlere kısa bir süre kala, 7 Eylül 2015’te Hürriyet gazetesinin İstanbul’daki yönetim merkezi Ak Parti taraftarlarının taşlı ve sopalı saldırısına uğradı. Başında Ak Parti İstanbul Milletvekili ve Gençlik Kolları Başkanı Abdürrahim Boynukalın’ın olduğu topluluk Türkiye’nin en büyük medya grubunun binasının kapı ve camlarını kırarken polis müdahale etmemeyi tercih etti. İktidar mensuplarının öfkesi dinmemiş olacak ki, olayın üzerinden henüz 24 saat bile geçmeden Doğan Grubu’nun hem İstanbul hem de Ankara büroları ikinci kez saldırıya uğradı.
İlk baskına liderlik yapan Abdürrahim Boynukalın seçimlerde aday gösterilmedi. Ancak seçimlerin ardından kurulan yeni hükümette Gençlik ve Spor Bakanlığı yardımcılığı görevine atanarak adeta ödüllendirildi. Gözaltına alınan saldırganlar mahkemelerde tutuksuz yargılandı, sonrasında da beraat etti.
Türkiye’nin en büyük medya grubuna yönelik saldırı tüm ülkede şok etkisi yaratırken, ülkenin en gözde TV programcılarından birisi olan Ahmet Hakan Coşkun 30 Eylül 2015 günü evinin önünde Ak Parti’li kişiler tarafından darp edildi. Ahmet Hakan’ı çalıştığı TV kanalından evine kadar takip ederek darp eden saldırganlar yine mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
Muhalif medyayı hedef alan saldırı dalgası Erdoğan’ın ‘proje mahkemeler’ olarak tanımladığı sulh ceza mahkemelerinin devreye girmesiyle yeni bir boyut kazandı. Ankara 5. Sulh Ceza Hâkimliği yürütülmekte olan bir terör soruşturmasını gerekçe göstererek, ekim 2015’te Türkiye’nin dördüncü büyük medya grubu olan İpek Medya Grubu’na geçici yönetim (kayyum) atadı. Türk basın tarihinde ilk kez yüzlerce polis bir basın kuruluşunun kapılarını kırarak içeri girdi. Baskını canlı olarak veren Bugün TV ve Kanaltürk’ün yayınlarını kesti. Tamamı iktidar partisine yakın kişilerden oluşan kayyumların gerçek niyeti kısa süre sonra anlaşıldı. Kayyumlar ‘ekonomik açıdan sürdürülebilir’ olmadığı gerekçesiyle Türkiye’nin en etkili medya gruplarından birisinin kapısına kilit vurdu.
Seçimlerden Ak Parti’nin tek başına iktidar olarak çıkmasının ardından basın üzerindeki baskılar daha da şiddetlendi. Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül 27 Kasım 2015’te Türk istihbaratının Suriye’deki radikal İslamcı gruplara silah gönderdiğine dair görüntü ve iddiaları haber yaptıkları için tutuklandı. İkili yaklaşık üç aylık esaretin ardından şubat sonunda tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Mart başında Fethullah Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen ve Türkiye’nin en çok satan gazetesi olan Zaman Gazetesi ile grup bünyesindeki diğer medya kuruluşlarına yine sulh ceza hâkimleri eliyle el konuldu. Mahkeme bu kurumlara yönetici olarak her zaman olduğu gibi hükümet yanlısı kişileri kayyum olarak atadı.
Mayıs ayında ise Türk basını daha önce eşi benzeri görülmemiş bir olay daha yaşadı. Yargılandığı dava için adliyeye gelen Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar canlı yayın sırasında silahlı saldırıya uğradı. Dündar’a saldıran kişi gözaltına alınırken olayı planlayan kişilerin tamamı mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
Gazetecilere yönelik baskılar her gün biraz daha şiddetlenirken, sosyalistlerin haber kanalı İMC TV de savcılık talimatıyla devlet uydusundan atıldı. Savcılar şimdi de Erdoğan’a kafa tutma cesareti gösteren bir diğer haber kanalı Can Erzincan TV’nin yayınlarının karartılması için harekete geçti.
Öte yandan geriye kalan bir avuç televizyon ve gazete sık sık Maliye Bakanlığı ve polis tarafından baskına uğruyor. Adliyeler ise Erdoğan tarafından açılmış davalarda ifade vermeye gelen gazetecilerle dolu.
S Bilişim Danışmanlık Türk medyasını sahiplik ve yayın kriterleri açısından değerlendirip bu konuda her yıl düzenli olarak rapor yayınlayan bir veri-araştırma şirketi. S Bilişim Analisti Serdar Sement “Erdoğan’ın medya üzerindeki denetimi 2008 yılından bu yana düzenli olarak artırıyor” dedi ve ekledi: “Ülkenin ikinci büyük medya grubu 2008’de, üçüncü büyük medya grubu 2013’te bir kamu kuruluşu olan TMSF eliyle hükümet yanlısı işadamlarına devredildi. Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın medya kuruluşlarının kayyum yoluyla tasfiye edilmesiyle yazılı basında hükümet kontrolü tarihin en yüksek seviyesine ulaştı. Dolaylı olarak kontrol edilen Demirören Grubu’nu da dahil ettiğimiz zaman yazılı basındaki hükümet yanlısı yayınların toplam tiraj içindeki payı yüzde 70 seviyesine çıkmış durumda.”
Sement Türklerin okumaktan çok izleyerek bilgi edinen bir toplum olduğuna işaret ederek hükümetin görsel medya üzerindeki artan baskılarına dikkat çekiyor: “Hükümetin görsel medya üzerindeki baskıları 7 Haziran seçimlerinden sonra arttı. Doğan Grubu’na düzenlenen baskın, ülkenin en popüler TV programcılarından birisinin evinin önünde dövülmesi ve Gülen cemaatine yakın olduğu söylenen TV kanallarının uydu ve dijital platformlardan çıkarılması aynı stratejinin bir parçası. Bugün ana akım medyada hükümetin istemediği birisinin ekrana çıkması mümkün değil. Muhalif partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının kendilerini ifade edebileceği TV sayısı bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Var olan kuruluşlar da mahkemelerin ve vergi cezalarının kıskacı altında varlık mücadelesi veriyor.”
Sement’in analizine göre şu anda haber kanallarının yüzde 85’i kontrol altında. Bu rakam, Türkiye’nin çok partili hayatında daha önce hiç kimsenin ulaşamadığı bir oran…
Öte yandan, Türkiye’de ulusal çapta hizmet veren beş haber ajansı var. Bu ajanslardan birisi, Anadolu Ajansı, doğrudan hükümet tarafından kontrol ediliyor. İhlas Haber Ajansı ise hükümet yanlısı bir çizgiye sahip. Muhalif çizgideki Cihan Haber Ajansı’na ise Zaman gazetesiyle birlikte mart 2016’da kayyum atandı. Böylece ajans haberciliğinde de salt kontrol Erdoğan ve ekibinin eline geçmiş oldu. Hükümetin haber ajanslarındaki kontrolü yüzde 60 seviyelerine ulaştı.
Ancak ajans cephesinde çok daha önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye’de seçimleri sandık başında izleme yeteneğine sahip sadece iki haber ajansı -Anadolu Ajansı ve Cihan Haber Ajansı- bulunuyor. Ve bunların her ikisi de Erdoğan medyasının bir parçası haline gelmiş durumda... Bu durum ülkedeki seçimlerin güvenilirliği hakkında ciddi soru işaretleri oluşturabilir.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ceren Sözeri hükümetin medyaya yönelik baskılarının artık sistematik bir hale geldiğine işaret ederek şunları söyledi: “Şu anda geriye bir avuç bağımsız gazete ve televizyon kaldı. Onları da yargıyı kullanarak yok etmeye çalışıyorlar. RTÜK'ün verdiği cezalar, resmi ilanların kesilmesi, gazetecilerin tutuklanması, hakaret davaları, tazminatlar ve terör gerekçesiyle yayınların uydudan çıkarılmasının yeterli olduğunu düşünmüyorlar. Uydudan atılma kararlarının çoğu hukuksuz, İMC TV'ninki skandal mesela. Şu an Hayat TV'nin yayın ilkeleri ihlali gerekçesiyle lisansının iptaline zemin hazırlanıyor. İktidar kendisini eleştiren son ses susana kadar bu yöntemleri kullanmaya devam edecek.”
Erdoğan geçen yıl “Ben diktatör olsaydım siz o yayınları yapabilir miydiniz?” demişti. O günden bu yana Erdoğan’a can-ı gönülden bağlı hâkim ve savcılar ‘terör örgütü propagandası’ yaptıkları iddiasıyla 15 TV kanalı, beş gazete, bir radyo ve bir haber dergisini kapattı. Hükümete yakın gazeteciler üç haber kanalının daha kapatılacağı müjdesini verirken insan düşünmeden edemiyor: Evet, ya Erdoğan diktatör olsaydı...