Suriye ordusu ve müttefiklerinin 3 Şubat’ta Türkiye’nin Kilis vilayetindeki Öncüpınar sınır kapısı ile Halep arasındaki karayolu bağlantısını kesmeleri sonucunda Ankara stratejik bir darbe aldı. 2011’den beri Şam’daki rejimi devirmek için Suriye’ye düzenli ordu birliklerini sokmak dışında her şeyi yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu ikilisi için Türkiye’den Halep’e ulaşan bu geçidi korumak, birbirine bağlı iki nedenden ötürü hayati önemdeydi.
Birincisi, bu karayolundan Halep’e ulaşan savaşçılar ve taşınan silah, mühimmat ve sair lojistik malzeme, muhaliflerin Suriye’nin en kalabalık kenti Halep’teki askeri varlıklarını ve dolayısıyla siyasi iddialarını sürdürmelerini mümkün kılıyordu. Bu yolun kesilmesinin akabinde Halep rejim tarafından beklendiği gibi kuşatılır ve ardından düşürülürse, Suriye’deki savaşın muhalif güçlerin aleyhine sonuçlanması herkes açısından öngörülebilir bir durum olacaktır.
İkincisi, muhalefetin savaşta ve herhangi bir siyasi çözüm sürecinde Halep’teki varlığı sayesinde sahip olduğu pozisyon, rejim devirme politikası başarısızlığa uğrayan Ankara’ya Suriye’de asgari bir tutunma zemini sağlıyordu. Halep düşünce, Ankara kendisini Suriye’deki süreçten büyük oranda dışlanmış halde bulacaktır.
Dolayısıyla, şimdi Erdoğan’ın Suriye’de tutunabilmek adına, Halep’te uğradığı stratejik kayıptan sonra ne yapacağı merak ediliyor. Erdoğan uğradığı yenilgiyi kabul mü edecek, yoksa bugüne kadar yapmadığı tek şeyi yapıp orduyu Suriye’ye mi sokacak?
Bu ikilemle ilgili bir iddia, Halep yolunun kesilmesinden bir gün sonra Moskova’dan geldi. Rusya Savunma Bakanlığı Sözcüsü İgor Konaşenkov 4 Şubat’ta “Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmek için aktif bir hazırlık içinde olduğunu” iddia etti. Konaşenkov, Türk ordusunun Suriye’ye yönelik doğrudan askeri eylem içine girmek üzere gizlice hazırlandığına dair işaretlerin giderek arttığını tespit ediyoruz” dedi.
Erdoğan ertesi gün, Senegal’de bulunduğu sırada düzenlediği bir basın toplantısında bu iddiaya, “Rusya’nın bu yaklaşım tarzını gülerek karşılıyorum. Rusya önce Suriye sınırları içerisindeki öldürmüş olduğu insanların hesabını versin” diyerek tepki gösterdi.
Erdoğan, Rusya’nın tutumunu ahlaki açıdan eleştirdiği bu sözleriyle bahse konu “işgal hazırlığı”nı ne yalanlamış ne de doğrulamış oldu. Doğrulaması zaten beklenemezdi ama en azından kategorik biçimde yalanlayabilirdi. Neden yalanlamadığını ise 6 Şubat’ta Senegal’den dönerken uçağında ağırladığı medya mensuplarına verdiği demeci okuyunca anladık. Erdoğan, ordusunu Suriye’ye sokmak istediğini yeterince açık bir dille anlatmıştı. Bu niyetini, 2003’teki bir “hatayı” hatırlatarak, dolaylı yoldan ifade ediyordu. Erdoğan’ın bahsettiği hata, ABD birliklerine Irak’ı işgal için Türkiye’den geçiş hakkı vermesinin yanı sıra anlaşma uyarınca Türk birliklerine de Irak’ın kuzeyine girme imkânını tanıyan tezkerenin Türk parlamentosu tarafından 1 Mart 2003’te reddedilmesiydi.
Erdoğan şunları söylemişti: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi geçseydi Türkiye masada olacaktı. (...) Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider (Rus müdahalesini ve sonrasında rejimin kazanımlarını kastediyor). Bir yerden sonra böyle gitmez. Hassasiyetlerimizi Türkiye olarak korumak zorundayız.”
Erdoğan, Suriye’nin geleceğinde bir söz hakkının olması için artık tek koşulun askeri müdahalede bulunmak olduğunu söyleyerek aslında Suriye politikasının çöktüğünü itiraf ediyor. Çünkü bu sözlerin gerçek anlamı şu: Suriye’ye askerini sokup, sonu nerede ve nasıl biteceği belli olmayan bir savaşı göze alamadığı takdirde ülkesinin Suriye masasında yeri yok...
Türk ordusu Suriye’ye Halep’i rejimden kurtarıp cihatçılara teslim etmek için girmeyecekse, tek yanlı bir müdahalenin meşruiyet zemini “IŞİD’le mücadele” gerekçesiyle yaratılmak istenecek. Bu durumda işgal edilmesi gerekecek Suriye toprağı da Carablus’tan başlayıp batıdaki Mare-Hercele hattında biten 90 küsur kilometre uzunluğundaki IŞİD kontrolü altındaki bölge olacak. Kontrolü sağlayabilmek için bu hat boyunca Suriye’nin içine doğru yeterli bir alan derinliğinin de işgal edileceğini varsaymak mümkündür. Bu müdahalenin gerçek hedefinin IŞİD’le savaşmaktan ziyade, Ankara’da PKK’nın uzantısı ve dolayısıyla tehdit olarak görülen Suriyeli Kürt örgütü PYD ve onun silahlı gücü YPG olacağı açıktır. Bu müdahalenin, IŞİD’le savaşta en güvenilir yerel müttefik olarak görülen YPG’ye karşı bir operasyona dönüşmesine ABD’nin karşı çıkacağı anlaşılıyor.
Erdoğan ise bugünlerde ABD’yi Türkiye ile terörist olarak nitelediği PYD ve YPG arasında bir tercih yapmaya çağıran konuşmalar yapıyor. Bu çağrılar Suriye bağlamında bir anlam taşımıyor çünkü Türk ordusunun yabancı bir güç olması nedeniyle IŞİD’e karşı savaşta en önemli yerli unsur olan PYD’ye alternatif teşkil etmesi beklenemez. Aksi, Kürt bölgelerini de kapsayacak bir işgalin kalıcı olmasını zımnen kabul etmektir. Dolayısıyla bir işgal Türkiye ile buna itiraz ve muhalefet eden Batılı müttefiklerinin arasını açacaktır.
Diğer taraftan, Suriye’ye girecek olan Türk ordusunun Kürtler, Şam rejimi, Rusya, İran ve hatta IŞİD’den görebileceği doğrudan ya da dolaylı karşılığın, “muhalefet ve itiraz”ın çok ötesinde, askeri boyutlarda olması da kuvvetle muhtemeldir.
Ankara böyle bir eyleme kalkışırsa kendisini aynı anda birden fazla düşmanla savaşırken bulabilir. Türkiye’nin NATO üyesi olmasının ise bu savaşta caydırıcı bir işlev görmesi beklenmemeli çünkü Suriye Batı İttifakı’nın savunma alanında değil. NATO’nun Suriye’de saldırıya uğrayacak Türk birlikleri için İttifak Antlaşması’nın dördüncü ve beşinci maddelerini çalıştırması imkânsız.
Bu bakımdan cevabını yaşayarak alacağımız soru, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ülkeyi Suriye’de savaşa sokmak isteyen Erdoğan’a karşı gereken direnci gösterip gösteremeyeceğidir. Öteden beri işaretler TSK’nın Suriye’ye bir askeri müdahaleye soğuk baktığı yönündeydi; son haberler ordunun bu tutumunu koruduğunu gösteriyor. 10 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinin birinci sayfa manşet haberinde, asker olduğu sezilen bir “üst düzey yetkili”ye atfen, TSK’nın Suriye’ye askeri müdahale hususundaki mesafeli duruşu şu şekilde naklediliyordu: “Uluslararası toplumun Suriye’ye asker göndermesi konusunda Genelkurmay’ın iki önemli kararı var: Bir: ABD, Rusya’nın tavrı nedeniyle BM’den karar çıkarılamayacağının farkında ve dolayısıyla böyle bir hazırlık yapmıyor. İki: TSK, BM Güvenlik Konseyi’nden bir karar alınmadıkça Suriye topraklarına ayak basmayacak.”
Erdoğan, yeri geldiğinde geri adım atan ama asla uzlaşmayan, sıfır toplamlı oyundan başkasını oynamayan, uğradığı güç kaybına yine güç kullanarak tepki vermeyi refleks haline getirmiş olan bir lider. Sahip olduğu büyüklük duygusu ve inşa ettiği kişilik kültü bu siyasi karakteri sadece pekiştiriyor. Şimdi Suriye’de kendi kendisini sıkıştırdığı köşeden kurtulmak için yine güç kullanmak istiyor. Elindeki yegâne güç ise TSK. Ama TSK’nın kendisini bu amaçla kullandırmak istemediği anlaşılıyor. Türkiye’nin kendisini felakete sürüklemesi mukadder bu maceradan uzak durmak için şu andaki tek dayanağı, TSK’nın Erdoğan’a gösterdiği dirençtir.