Suriye’deki savaş bu ay beşinci yılına girdi. Ülkenin birçok yeri, birçok insanı tanınmaz hâlde. Bu, savaşla tarumar olan memleketim Halep için de geçerli. Kentin çok renkli dini, toplumsal ve etnik gruplarının tümü her gün savaşın acı gerçekleri ve dehşetiyle karşı karşıya.
Bu topluluklardan birinin nabzını tutmak için Halep’in kendine özgü bir köşesine gittim. Siryan Adime veya Eski Siryan ismindeki semt rejim kontrolündeki batı Halep’in yüksek bir noktasında yer alıyor. Burada farklı zümrelere mensup Hristiyan Arapların yanı sıra önemli sayıda Müslüman ve Kürt de yaşıyor. Kiliselerin camilerden fazla olduğu nadir bir semt olan Siryan Adime’de toplumsal ilişkiler daima sıcak ve dostça oldu. Bakkalların, kafelerin, büfelerin, barların ve içki dükkanlarının dizildiği labirent misali dar sokaklarda dolaşanlar da bu havayı hemen koklayabilirdi. Ancak savaş bedel aldıkça buradaki iklim de belirgin şekilde gerildi, giderek paranoyak bir hâl aldı.
Yaklaşık iki kilometre ötede isyancı kontrolündeki Şeyh Maksut ve Eşrefiye’yi tepeden gören Siryan Adime, isyancıların gelişigüzel ateşine hedef oluyor. Geçtiğimiz ay yaşanan son saldırıda da ölen ve yaralananlar oldu. Ateş altında kalma korkusu daimi bir hâl almış durumda. Bir an için bunu unutacak olsanız dahi civar cephelerden gelen patlama ve silah sesleri durumu size hemen hatırlatıyor. Jeneratör gürültüsü, mazot dumanı ve kokusu peşinizi bırakmıyor. Ana caddede çılgın bir hızla ilerleyen askeri araçların yarattığı tehlike de cabası.
İşte böyle bir ortamda Ebu Fadi’yi görmeye gittim. Orta yaşlarında olan Ebu Fadi’nin kır saçları, esmer çehresi ve sert bakışlı koyu gözleri en az kişiliği kadar etkileyici bir görüntü oluşturuyor. Ebu Fadi, mahallenin fiili muhtarı, haber ve dedikodu için gideceğiniz kişi. Hem Hristiyanların hem diğer toplulukların saygı ve sevgisini kazanmış bir isim.
Ebu Fadi ile mahallenin bir arka sokağında tahta taburelerde otururken çoğu orta yaşlı bazı komşular da bize katıldı. Hava kararıyordu ve insanların ruh hâli de kasvetliydi. Kapısı açık evlerin önünde oturarak sohbet etmek mahalle halkının geleneksel sosyalleşme biçimi. Ancak bugünlerde sohbet ve dedikodunun tek bir konusu var: savaş. Söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Ebu Fadi’yi konuşturmak fazla çaba gerektirmiyor. Açık yüreklilikle, adeta soluk almadan anlatıyor ve şöyle diyor: “Açık açık konuşmaktan artık çekinmiyoruz, o günler çok eskide kaldı. Derdimizi ifade etmenin başka yolu da yok zaten.”
Ebu Fadi’ye savaşın burayı nasıl etkilediğini, mahalleye hâkim olan hissiyatı soruyorum. Sesi biraz ciddileşiyor ve şöyle diyor: “Her şey değişti. Savaştan önce bizler (Halepli Hristiyanlar) cemaat olarak güvendeydik. Oysa şimdi Suriye’deki varlığımızın geleceğinden endişeliyiz. Daha önce böyle bir şey asla olmamıştı, kimse böyle bir şeyi hatırlamıyor. Kendi ülkemizde zülüm altında hissediyoruz. Gençlerimizin çoğu gitti. Geriye sadece çocuklar ve yaşlılar kaldı. Ama gençleri kim suçlayabilir ki? Buranın hâline bir bakın. Koşullar korkunç, ortam tehlikeli. Her yere bomba ve mermi yağıyor. İş yok, para yok, her şey çok pahalı. Bu düzgün ve onurlu bir hayat mı? Gençlerin hayalleri var, biz ise topraklarımıza yapışıp kaderimize razı oluyoruz. Gençler Avrupa’ya gidip kendilerine yeni hayatlar kurmak istiyor, daha iyi bir gelecek istiyor. Cemaatimiz tükeniyor. Savaş bizi bitirmezse göç bitirecek.”
Ebu Fadi’ye Suriye’de savaşan tarafları, kimi desteklediğini soruyorum. Bana şu yanıtı veriyor: “Kimi desteklediğimize dair en ufak bir tereddüt yok. Elbette ki hükümeti destekliyoruz. Bizi cihatçılardan, radikallerden koruyan tek güç hükümettir.”
Bu yanıtın üzerine “Niçin böyle düşünüyorsunuz? Radikal olmayan, Suriye’nin başka kesimlerini, bu kesimlerin meşru taleplerini temsil eden silahlı grup ve muhalifler yok mu?” diye soruyorum.
Ebu Fadi şöyle cevap veriyor: “Hayır, artık yok. Bakın bazı insanlar gösterilere ilk başta destek verdi çünkü bu sayede hükümetin bazı sorunlara el atacağını düşünüyorlardı. Yolsuzluk, başka önemli sorunlar, reformlar gibi. Bunun hükümete bir uyarı mesajı olacağı düşünülüyordu. Ama çok geçmeden gördük ki işin rengi başka. Ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmek istiyorlardı. Bu uğurda Suriye’yi mahvedecekler. Çok geçmeden gerçek yüzlerini gösterdiler. Gizledikleri köktendincilik ortaya çıktı. Devlete karşı eline silah alan herkes yanlış yapıyor.”
Ebu Fadi’ye birçok grubun yerli olduğunu anımsatarak sadece İslam Devleti’ni (İD), El Kaide’yi ve yabancı savaşçıları mı yoksa tüm grupları mı kastettiğini soruyorum. Alaycı bir gülüşle yanıt veriyor: “Ha, evlerimize roket atan yerlileri mi diyorsunuz? Arada bir fark var mı? Bakın biz şu an cemaat olarak hedefteyiz, bunu çok net görüyoruz. Bizi buradan temizlemek, bizi yüzyıllardır yaşadığımız topraklardan sürmek istiyorlar. Kilisleri yıkıyorlar. Kessab ve Malula’ya bakın. Daha fazla kanıta ihtiyaç var mı?”
“Peki, o zaman niçin Haseke’deki Süryaniler gibi silahlanıp kendinizi savunmuyorsunuz?” diyorum. Ebu Fadi bu sorumu şöyle yanıtlıyor: “Aynı şey değil. Süryaniler orada İD’le savaşıyor. Dolayısıyla kendi milis gruplarını kurmaları kabul görüyor. Bunun için uluslararası destek bile alırlar. Burada Halep’te ise durum farklı. Savaşmaya kalksak hükümet birliklerine katılmamız lazım. O zaman da bize Şebiha eşkıyası diyorlar. Her şey dünya siyasetine bağlı. Yine de birçok kişi bu birliklere katıldı.”
Ebu George isimli komşu araya giriyor: “Yeğenim hükümet saflarında çarpışırken, Halep’i bu teröristlere karşı savunurken öldü. Varsın dış ülkeler ve BM onu rejimin Şebihası olarak görsün. Biz onu şehit ve kahraman olarak görüyoruz.” Etraftakilerin başlarını sallamasına bakılırsa bu görüş yaygın bir kabul görüyor.
“Cemaatinizin akıbeti sizce ne olacak?” diye sorduğumda ise şu yanıtı alıyorum: “İyimser değiliz. Savaş bitse bile yaralar kapanmaz ve güvenimiz geri gelmez. Hayat bir daha asla eskisi gibi olmaz. Gidenler de geri gelmez. Tek umudum, buradan sürülmeden ölmek ve bu topraklarda gömülmek. Başka bir isteğim yok artık.”
Mahallelilere veda ederken Ebu Fadi’nin artık açıkça konuşmaktan çekinmediklerini söylemesi aklıma takıldı. Bu sözlerin tam anlamıyla doğru olmadığını düşündüm, en azından hükümeti açıkça eleştirmek bağlamında.
Ancak insanlar, kendileri için son umudun mevcut rejim olduğuna samimiyetle inanıyordu. Yine de sohbetlerde hoşnutsuzluk ve hayal kırklığının izleri vardı. Bu bazen şehir yöneticilerinin beceriksizliği ve yiyiciliğine yönelik iğneleyici alaylarda, bazen de yardımların dağıtımında yaşanan yetersizlik ve yolsuzluklara, büyük fiyat artışlarına duyulan sert tepkilerde hissediliyordu. Bu öfkenin Suriye’deki iktidarın tepesindekileri hedef almaması ya da pek nadiren onlara yönelmesi de şaşırtıcı değildi.
İlginçtir ki dışarıdan gelen ve artık bölgenin her yerinde görülen silahlı kişi ve araçların ürkütücü varlığı pek konu edilmiyordu. Ebu Fadi, “rahatsızlık” tabirini kullanarak belli bir sorun olduğunu kabul etti. Ancak bu kişilerin en fazla dükkânlara girip para vermeden bir şeyler aldığını söyledi. Belki de bunu zoraki, gayri resmi bir savaş vergisi olarak görüyordu.