Bir El Kaide örgütü olan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Irak’ın kuzeybatısındaki Musul’u ele geçirdikten hemen sonra, 11 Haziran Çarşamba günü kentteki tek aktif diplomatik temsilcilik olan Türkiye Başkonsolosluğu’nu bastı ve Başkonsolos Öztürk Yılmaz başta olmak üzere binadaki 49 kişiyi rehin aldı.
IŞİD’in Musul’da bir önceki gün rehin aldığı 28 kamyon sürücüsü de bu sayıya eklendiğinde örgütün elindeki rehin Türklerin sayısı 77’ye çıkıyordu.
Bu yazıyı kaleme aldığım sırada olayın üzerinden henüz 48 saat geçmişti ve bu “rehine krizi”nin nasıl sonuçlanacağına dair herhangi bir somut işaret görünürde yoktu. Yaşanmakta olan an ile ilgili yalın gerçek, Irak’taki Sünni kentlerini birer birer ele geçiren El Kaide’nin aynı zamanda Türkiye’nin Suriye ve Irak politikalarını da rehin almış olduğuydu.
Bu rehine krizi devam ettiği sürece Türkiye, kendi sınırlarını her iki yönde de kullanarak Avrupa ve Suriye arasında gidip gelen uluslararası cihadistlere karşı Batılı müttefikleriyle birlikte çalışıp tedbirler almak söz konusu olduğunda iki kere düşünmek zorunda kalabilir.
IŞİD’in rehin alma eylemi, Ankara’nın artık neden sonra, ülkesinin ve Batılı müttefiklerinin güvenliklerini gözeten gerçekçi politikalara dönüş sinyalleri vermeye başlamasının hemen ardından meydana geldi.
Türkiye önce 3 Haziran’da Suriye’deki bir başka El Kaide örgütü olan An Nusra’yı Bakanlar Kurulu kararıyla terörist örgütler listesine ekledi. Bu listeye bir hafta sonra Nijerya’da faaliyet gösteren Boko Haram da girdi.
Başkonsolosluk baskınından dört gün önce, Ankara’nın savaşmak için Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen Avrupalı cihadistler hakkında Batılı müttefiklerinden gelen istihbaratı değerlendirerek birkaç haftadır sınırlarında tedbirler almaya başladığına dair haberler Türk medyasında yayımlandı.
Ve nihayet bunu, Türk Dışişleri’nin iki numaralı ismi Feridun Sinirlioğlu’nun Washington’a giderek 9 ve 10 haziranda Amerikalı muhataplarıyla, gündeminde Suriye’deki yabancı cihadistler sorunu da olan görüşmelerde bulunacağı yolundaki haberler izledi.
Bütün bu haberler Türkiye’nin, kendi müflis Suriye politikasının yol açtığı büyük hasarı kontrol altına almak için, Batılı müttefiklerinin ağır baskısı altında da kalarak adımlar atmaya zorlandığını gösteriyordu. Ne de olsa artık Esad rejiminin öngörülebilir bir süre için ayakta kalacağı kesinleşmişti ve bu nedenle o rejimi en kısa sürede devirsinler diye, yaratabilecekleri bütün tehdit ve istikrarsızlığa rağmen cihadistlerin Suriye’ye geçmek için Türkiye’yi kullanmalarına göz yummanın da bir anlamı kalmamıştı.
Ancak bu arada Musul El Kaide’nin eline geçti ve olanlar oldu.
Böylece yanlış kurgulanıp uygulanmış o Suriye politikasının yol açtığı hasarın sabit kalmayıp büyüdüğüne, Irak’ı da baskı altına aldığına ve oradan bir bumerang etkisiyle dönüp Türkiye’yi vurduğuna tanık olduk.
Evet, rehine krizinde söz konusu olan bir bumerang etkisidir çünkü Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesine imkan veren şartların oluşmasında Türkiye’nin Suriye politikası büyük bir rol oynamıştır.
Ankara, Suriye ile olan uzun kara sınırının iki yönde de vızır vızır işleyen bir “cihadist otoyolu”na dönmesine, Suriye politikası gereği sınır güvenliğini göz ardı ederek yol açmıştır.
Binlerce uluslararası cihadistin Suriye’ye geçmek için kullandığı, bu “otoyol”du. El Kaideci örgütler belki Şam rejimini deviremediler... Ama Suriye’nin kuzeyini bu “otoyol” sayesinde bir “cihadist bonanza”ya çevirdiler ve oradan da Fırat vadisi boyunca ilerlemekte olan Irak’taki El Kaide ile buluştular. Sonunda, ABD’nin Irak’tan çekildiğinde geride bıraktığı boşluk ile ülkedeki mezhep çatışmalarından doğan özgül şartların da büyük katkısıyla Irak’taki Sünni nüfuslu büyük şehirleri kontrol altına alabilecek bir “sinerji” yaratabildiler.
Şimdi Ankara 2011’den bu yana Suriye’de izlediği hatalı politikanın bazı çok boyutlu bedellerini Irak’taki rehine krizi nedeniyle ödemek durumunda kalabilir. Bunların neler olabileceğini bekleyip görmek gerekecek.
Bunlara daha dar bir açıdan, Ankara’nın başkonsolosluğu zamanında tahliye etmeyerek son derece öngörüsüz ve beceriksizce hareket etmesinin bedelleri olarak da bakabiliriz.
Irak’a, Ankara’nın konumundan en geniş açıyla baktığımızda ise karşımıza, etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca parçalanan bir ülkede giderek bir açık iç savaşa dönüşen çatışmanın Türkiye’ye etkilerinin ne olabileceği sorusu çıkıyor.
Önce şu gerçeği kabul etmeliyiz: Ankara, Irak’ın parçalanması fikrini bu güncel gelişmelerin çok öncesinde satın alarak hazmetmiştir. Kürdistan Bölgesel Hükümeti ile olan, Kürt petrolünün merkezi boyutlarından birini oluşturduğu stratejik ilişkileri bu iddianın kanıtıdır. Bu petrol ilişkisi, ABD’nin muhalefetine, Bağdat’ın bütün itirazına rağmen ve Irak’ın bölünmesine yol açabilecek merkezkaç kuvvetlerini güçlendireceği bilindiği halde sürdürülmekteydi.
Diğer taraftan Ankara’nın Irak politikası 2009’dan bu yana görünür biçimde mezhepçi bir karakter kazanmaktaydı.
Şii Maliki yönetiminin merkezi otoritesinin Irak’ın batısındaki Sünni bölgelerinde fiilen sona ermesi, normal şartlar altında Ankara’nın canını çok da sıkacak bir gelişme olmazdı.
Mamafih şartlar şimdi pek de normal değil: Sünni bölgelerini kontrol altına alan herhangi bir siyasi güç değil, El Kaide. Komşu ülkeleri içine çekebilecek bir iç savaş ortamı doğabilir ve petrol fiyatlarını artırıcı bir etki ortaya çıkabilir.
“Çift yönlü bir cihadist otoyolu”dan bahsetmiştik... Bu otoyol Türkiye’ye de çok sayıda El Kaide unsurunu ulaştırmış olmalıdır.
Sadece bu da değil... Çok sayıda Türkün diğer Avrupalı cihadistler gibi Suriye’ye bu El Kaideci örgütlerin saflarında savaşmaya gittiğine dair haberler alınıyor. Milliyet gazetesinde 13 Haziran’da “güvenlik birimlerinin değerlendirmeleri”ne atfen yayımlanan bir haberde IŞİD’in içinde 3 bin Türk’ün bulunduğu bahsediliyordu.
Bu arada Kerkük de bu kenti tarihsel başkentleri olarak gören Kürtler tarafından ele geçirildi.
Yakın bir geçmişe kadar, bağımsız Kürt devletine karşı, Irak’ın toprak bütünlüğünden yana ve Türkmenleri Kürtlerden ziyade Bağdat’ın kontrolünde görmeyi yeğleyeceği kesin olan bir Ankara açısından bu gelişme kendi çektiği “kırmızı çizgi”nin ihlali olarak görülür ve çok sert bir tepki ile karşılanırdı.
Şimdi ise Ankara’nın, “Kerkük’ü El Kaide ya da Şii Bağdat yönetimi alacağına dostumuz ve stratejik müttefikimiz Barzani’nin Kürtleri alsın” diye düşüneceğini tahmin etmek zor olmasa gerek...
Paradoksal olarak, Kürt egemenliğindeki bir Kerkük, Türkiye için ulaşılabilir bir Kerkük’tür.
Kerkük’ün Kürtler tarafından tamamen ele geçirilmesi Ankara’nın hazmetmeye mecbur olduğu bir gelişmedir.
Irak ve Suriye’nin Sünni Arap nüfuslu Fırat vadisi üzerinden El Kaide tarafından birleştirilmesi ise Ankara’nın mefluç ve müflis Suriye politikasının tabutuna çakılan son çividir.
Ankara’nın artık düşürülemeyeceği çoktan belli olmuş Şam rejimini devirme saplantısını bir tarafa bırakıp, Batılı müttefikleri ile ortaklaşa çalışarak kendi halkını El Kaide teröründen korumak için gerekli güvenlik tedbirlerini almaya öncelik vermesi, bu yeni durumuna rasyonel bir cevap oluşturacak.