Türkiye, Gezi Parkı protestolarının birinci yıl dönümüne hazırlanıyor. Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçları kurtarmak için basit bir protesto olarak başlayan olaylar, polisin göstericilere yönelik sert müdahalesinin ardından bütün ülkeyi sarmıştı.
İçeride ve dışarıdaki pek çok kişi protestoları Arap Baharı’nın Türkiye versiyonu olarak gördü. Hatta kimileri olayların giderek otoriterleşen ve saldırganlaşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarının sonu olacağını umut etti. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) çok öfkelendirse de uluslararası medya kameralarını günlerce İstanbul’dan ayırmadı. Pek çok Batılı yorumcu da bu gösterilerin, Türkiye’nin alenen Batı karşıtı olan Başbakanı için sonun başlangıcı olmasını umdu.
Batı için dikkat çekici bir diğer nokta da “ayaklanmanın” orta sınıf doğasıydı. Laik ve kentli elite mensup eğitimli gençler tarafından başlatılan gösterilere, eski nesiller de geceleri tencere tava çalarak destek verdi.
Olayların birinci yıl dönümünde sorulması gereken soru ise şu: Sonuçta ne oldu?
Maksat Erdoğan’ı devirmektiyse dürüst yanıt “pek de bir şey olmadı” gibi görünüyor. Gösterileri, “uluslararası faiz lobisi” tarafından sahnelenen ve hükümeti devirmeyi amaçlayan bir komplo gibi lanse eden Erdoğan hükümet yanlısı basının da yardımıyla tabanını bu fikre ikna etmeyi başardı.
Ancak Erdoğan’ın mücadelesi bununla da bitmedi. Başbakan ikinci büyük krizle 17 Aralık’ta karşılaştı. Yolsuzluk soruşturması hükümet üyelerinin yanı sıra oğlu Bilal üzerinden kendisine kadar uzanıyordu. Erdoğan bu krize de uluslararası komplo iddiasıyla direndi. Bu sefer suçlu ABD’nin Pensilvanya eyaletinde yaşayan din adamı Fethullah Gülen’di.
Laik kesim yıllardır Gülen cemaati üyelerini polis ve yargı içinde örgütlenmekle suçluyordu ve Gülen ordunun geriletilmesinde Erdoğan’ın başlıca müttefiklerinden biriydi. Ne var ki, ezeli düşman ilan edilmesi uzun sürmedi. Gülenci olmakla suçlanan binlerce polis ve savcı ya işlerinden oldu ya da görev yerleri değiştirildi. Tasfiyeler siyasi bir kıyıma dönüştü.
Tasfiye süreci, Erdoğan ve oğlu Bilal arasında geçtiği iddia edilen milyonlarca avronun evden çıkarılmasına dair bir telefon görüşmesi kaydının Şubat’ta, yani Mart’taki yerel seçimlerden hemen önce internete sızmasının ardından iyice şiddetlendi ve hâlen devam ediyor. Zira, Erdoğan’a göre, sızıntıların arkasında “devlet içinde paralel bir yapı” kurmakla suçladığı Gülen hareketinin olduğundan şüphe yok.
Erdoğan, tabanını, tıpkı Gezi Parkı protestoları gibi yolsuzluk soruşturmasının da bir “darbe girişimi” olduğuna ikna etmeyi başardı. AKP’nin yerel seçimlerde aldığı yüzde 45’lik oy oranı da bunu inkar edilemez bir şekilde kanıtlıyor. Sonuçlar, liberal ve laik kesimde ise şok ve umutsuzluğa yol açtı.
Seçimlerden önce Twitter ve YouTube’u erişime kapatan Erdoğan yargıyı hükümetin kontrolüne sokmak için parlamenter çoğunluğunu kullandı. Tüm bunlar Başbakanın otokratik eğilimler sergileyen bir lider olduğuna dair uluslararası intibayı güçlendirse de Erdoğan’ın içerideki siyasi pozisyonunu sarsmadı. Nitekim, Erdoğan şimdi Türkiye’nin halk oyuyla seçilecek ilk cumhurbaşkanı olmaya hazırlanıyor.
Başbakan henüz 10 Ağustos’taki seçimlere adaylığını açıklamasa da hem AKP’liler hem de kamuoyu onun cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olacağına inanıyor. Ayrıca Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, Anayasa’ya uygun olmasa bile yürütme yetkilerini kullanmayı planladığını da gizlemiyor.
Türkiye ve Batı’daki bazı çevrelerin, belki de biraz temenni düzeyindeki yorumlarına göre, Soma’daki maden faciasının son derece kötü yönetilmesi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hayallerine mâl olabilir ya da en azından ilk turda cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyebilir. Ancak, yerel seçim sonuçlarını isabetli bir şekilde tahmin eden araştırmacılardan Adil Gür, Erdoğan’ın adaylığını koyması halinde rahatça cumhurbaşkanı seçilebileceğini söylüyor. Eğer kazanırsa bu Erdoğan’ın 2002’den bu yana kazandığı dokuzuncu seçim olacak.
Bu nedenle pek çok kişi “dokuz canlı” deyimine atfen, Erdoğan’ın bu seçimlerde dokuzuncu canını kullanacağını söylüyor. Ancak Erdoğan’ın şanslarını tükettiği de söylenemez, bilhassa da kendisi cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümü olan 2023’e kadar aktif siyasette kalacağını açıkça ifade etmişken.
Şu anki gidişat, muhalefet halkı ikna edecek bir zemin oluşturamadığı müddetçe AKP’nin 2015’te yapılması planlanan genel seçimleri de kazanabilecek kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Kısacası, tüm bunlar Erdoğan’ın karşısına çıkan krizleri atlattığının bir kanıtı. Erdoğan sadece Gezi Parkı protestolarının, yolsuzluk skandalının ve Soma faciasının değil, 1999’da şiir okuduğu için aldığı hapis cezasının ve laiklik karşıtı odak suçlamasıyla 2002’de AKP’ye karşı açılan kapatma davasının da üstesinden geldi.
Erdoğan’ın başarısının sebepleri Türkiye’nin siyasi geçmişinde aranmalı. Financial Times gazetesinden David Gardner Başbakanın başarısının altındaki temel nedenlerden birini şöyle anlatıyor: “Erdoğan Türkiye'ye değil, ‘benim milletim’ diye tanımladığı ve neo-İslamcı siyasi partisinin kimlik kazandırdığı ve ülke ekonomisinden pay verdiği Anadolu'nun dindar muhafazakar kalbine sesleniyor. İçgüdüsel olarak ülkeyi kutuplaştırıyor ve 2002'den bu yana kazandığı sekiz seçim zaferinin ardından hiç kimse ona bunun işe yaramadığını söyleyemez”.
Bir diğer deyişle, Erdoğan, dindar muhafazakar kesimlerin hassasiyetlerine karşı çıkan laik yapılanmanın şimdiye kadar dışladığı Anadolu’dan yükseliyor ve desteğini oradan alıyor.
Öte yandan, çoğulcu demokrasi açısından Kemalist düzen de AKP’den daha demokratik değildi. Tarihsel olarak yerleşik bir İslamcılık korkusu söz konusuydu ve düzen bu nedenle dindar muhafazakarların menfaatlerini gözetmeyi reddediyordu. Örneğin, kadınların başörtüyle üniversitelere girmesine uzun yıllar izin verilmedi. Kemalist elitlerin çoğu ordunun İslamcıları kontrol altında tutmak için yaptığı darbelerden memnundu. Muhafazakar kesim ordu tarafından hakir görüldü.
Erdoğan’ın büyük şehirlerden aldığı destek büyük ölçüde kentlere sonradan yerleşen kırsal göçmenlerden geliyor. Erdoğan’ın ailesinin de mensup olduğu bu kesim AKP’nin büyük bir ekonomik krizin ardından iktidara geldiği 2002’ye kadar sesini pek duyuramıyordu.
Bu arada, Erdoğan iktidara geldikten sonra hem sandığın gücünü kullanarak orduyu geriletmekte hem de darbe korkusunu halen canlı tutma konusunda oldukça başarılı oldu. Ayrıca Türkiye’de içselleşen güçlü ve öngörülebilir liderlik ihtiyacını da karşıladı. Bu liderlik biçimi genelde, laik kesimin arzuladığı Batı-tarzı çoğulcu demokrasi ve insan hakları standartlarından daha önemli görülür.
Erdoğan’ın bunların yanı sıra her kesimden Türkiyeliyi memnun edebilen yönleri de var. Örneğin, ABD’ye karşı durması, İsrail Cumhurbaşkanını azarlaması, Almanya Cumhurbaşkanına çıkışması ve Orta Doğu’nun ezilen halklarını savunurken, Mısır’daki darbeye “darbe” diyemedikleri için Batı’yı “sözde demokratlıkla” suçlaması gibi...
Bu arada, kredi derecelendirme kuruluşlarının ihtiyat uyarılarına rağmen Türkiye ekonomisi AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana büyümeyi sürdürüyor. Bu da Erdoğan’ın lehine işleyen bir tablo, zira böylelikle sağlık ve eğitim gibi alanlarda yoksul kesimlere bazı sosyal güvenceler sağlandı.
Muhalifleri Erdoğan’ı Macaristan Başbakanı Viktor Orban’a, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e ya da İtalya’nın eski başbakanı Silvio Berlusconi’ye (tabii ki seks skandalları hariç) benzetse de Türkiye Başbakanı iktidardan gitmeyeceğini kanıtladı ve tüm dünya bir süre daha bu gerçeği kabullenmek durumunda.
Gezi Parkı olaylarının yankıları elbette yıllarca sürecektir. Gösteriler hafızalara, hükümetin hoşgörüsüzlüğü ve polis şiddeti yüzünden şiddet olaylarına dönüşen protestolar olarak kazındı. Hatta bu şiddetin son örneğini İstanbul Okmeydanı’nda yaşanan olaylarda da gördük. Ne var ki, bu olaylarla yılmayan Erdoğan yakın bir gelecekte durdurabilir gibi görünmüyor.
Bu arada geleneksel olarak zaten hep istikrarsız bir seyir izleyen Türkiye demokrasisi de Erdoğan iktidarının yükünü taşımaya devam edecek. Ancak bu durum Erdoğan’ı iktidarda tutan çoğunluk seçmeni pek de ilgilendiriyormuşa benzemiyor.