Geçen hafta İstanbul’a birkaç ay önce taşınan Lübnanlı bir aydınla sohbet etme imkanı buldum. Biraz çene çaldıktan sonra benimle Türkiye’ye dair çok isabetli bir gözlemini paylaştı: “Tanrım! Bu toplum fazlasıyla kutuplaşmış durumda.” Ona şöyle yanıt verdim: “Haklısın! Çok şükür ki iç savaşlarda birbirimizi öldürmüyoruz, ama evet, biz Türkler fazlasıyla kutuplaştık.”
Bu kutuplaşmanın Gezi Parkı protestolarında zirve yaptığı söylenebilir. Zira protestolar hem Başbakan Tayyip Erdoğan'a hem de Erdoğan'ı destekleyenlerin protestoculara duyduğu öfkeyi açığa çıkardı. Bir başka deyişle, Erdoğan ve AKP iktidarı toplumu bölen ana etmen olarak görülüyor olabilir, ancak benzer gerilimler AKP öncesi dönemde de yaşanıyordu. 90'lı yıllara sürekli bir siyasi gerilim, kimi zaman da siyasi şiddet olayları ve bir de "post modern" darbe damgasını vurdu. 80’lerde ise önce kanlı, korkunç ve işkenceci 12 Eylül darbesi ardından, Turgut Özal iktidarı geldi. Özal da Erdoğan gibi toplumun bazı kesimleri tarafından hakir görülse de bu çok daha aydınlık bir demokrasi devriydi. 70'lerde ise durum daha da kötüydü. Marksistler ile milliyetçiler sokak ortasında birbirlerini öldürüyorlardı. Hatta kendi ideolojik kamplarından "hain" olarak gördükleri gruplara bile saldırıyorlardı. 1961'de ise askeri cunta hükümet muhaliflerini de arkasına alarak Adnan Menderes'i idam etmişti.
Çoğu Türk’e göre, bu sürekli gerilim hali hayatın doğal bir parçası ve detaylı bir izahı gerektirmiyor. Bu durumu anlamaya çalışan diğerleri ise "derin devlet," CIA ya da "faiz lobisi" gibi gizli güçleri içeren komplo teorilerine sığınıyor. Oysa doğru yanıta topluma ve topluma kutuplaştıran şeyin ne olduğuna bakılarak ulaşılabilir.
Toplumsal gerilimlerin doğası şüphesiz ki oldukça çetrefillidir ve bazen kökeninde derin bir tarihsellik yatar. Bense Türkiye'de bugün yaşanan kutuplaşmadan büyük ölçüde 1925-1950 yılları arasındaki Kemalist devrimi sorumlu tutuyorum. Kemalizmi, Türkiye toplumunu daha Avrupalı özellikle de Fransalı bir ülkeye benzetmeyi amaçlayan otoriter bir girişim olarak tanımlayabiliriz. Atatürk'ün "şapka inkılabı" da bunun bir örneğidir. Bu inkılap öyle bir "reformdur" ki karşı çıkan onlarca kişi idam edilmiştir. Kemalizm bir "kültür devrimidir"ve Mao'nun komünist Çin'de yaptığından çok daha ılımlı bir devrim olsa da bazı açılardan Çin’deki örneğiyle benzerlikler gösterir.
Atatürk şüphesiz bu devrimden nihai bir başarı bekliyordu: Bütün Türkler (yani Atatürk'ün evlatları) kültür devrimini kabul edecek bu devrimle baştan yaratılacaktı. Ne var ki, her toplum mühendisliği örneğinde olduğu gibi Atatürk de bu hayalinde ancak kısmen başarılı olabildi. Türklerin bir kısmı bu tarzı benimsedi ve böylece "Kemalist" oldu. Lakin, toplumun büyük bölümü devlet tarafından dayatılan dönüşüme direndi. Bu kesim Kemalizmin tercih ettiği türden sembolik bir Müslümanlığı reddederek, geleneksel Müslümanlığını sürdürdü. Yahut da Atatürk'ün "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişine başkaldırarak Kürt kalmaya devam etti.
"Öteki Türkiye" ismiyle anılan bu kesim kendini hep Kemalist seçkinler tarafından bastırılmış, hor görülmüş ve kullanılmış hissetti. Ünlü şair Necip Fazıl’ın 1940'larda yazdığı gibi kendilerini "öz yurdunda parya" gibi hissetti. Bu bölünme Samuel Huntington'ın da zamanında isabetli bir şekilde ifade ettiği gibi Türkiye'yi gerçekten de "yırtılmış bir ülke" haline çevirdi.
Ne var ki, "öteki Türkiye" Batılılaşma siyaseti güden efendilerine direnme konusunda maharetini yine Batı’dan devşirilen bir kavramla, yani demokrasiyle kanıtladı. Ne de olsa, "öteki Türkiye" Kemalist seçkinlere göre çoğunluktaydı, dolayısıyla özgür ve adil seçimler halkın iradesini iktidara taşıyacaktı. Gerçekte de böyle oldu. "Türkiye Baharı" olarak adlandırabileceğimiz 1950'den bu yana neredeyse her seçimi merkez sağ partiler kazandı ve bu partiler Kemalistlerden ziyade "öteki Türkiye'nin" çıkarlarını ve tahayyüllerini temsil ediyordu. "Atatürk'ün ilke ve inkılaplarının" mağrur savunucusu olan generallerin, ülkedeki bütün darbeleri merkez sağ partilere karşı yapması bir tesadüf değildir.
Erdoğan, bugün, darbeyle karşılaşmadan “öteki Türkiye’yi” iktidara taşımayı başardığı için muzaffer bir liderdir. Son "demokratikleşme paketinin" çoğunlukla muhafazakar Müslümanlara ve Kürtlere yönelik haklar içermesi tesadüfi değil. Zira bu iki kesim de "öteki Türkiye'nin" iki başat unsurudur. Esasen, tarihsel bağlamda bakıldığında bu devir gerçekten de bir demokratikleşme devridir.
Lakin bu süreç Türkiye'deki kutuplaşmaya derman olmak yerine, onu iyice derinleştirdi. Bunun birincil sebebi Kemalistlerin asla değişmeyen dünya görüşleridir. Zira, Kemalistler bu ideolojinin ihtiva ettiği adaletsizliği kabullenip, hatalarından dönmek yerine, hala Kemalizme itibar ediyorlar. İdeolojinin çöküşünü ise İslamcıların, Kürtlerin ve hayali "emperyalist" güçlerin komplosuna bağlıyorlar.
Kutuplaşmanın ikinci nedeni ise Erdoğan'ın ve onu destekleyen çekirdek tabanının kullandığı muzaffer ve rövanşist söylemdir. Zira bu söylem Kemalistlerin korkularını daha da derinleştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Akademisyen bir arkadaşım bu hissiyatı şöyle anlatıyor: "Yenilgiye uğrayanlarla el sıkışıp, onlarla barışmak yerine, zaferlerinin tadını doya doya çıkarmak istiyorlar."
Üçüncü neden ise sadece Kemalistlerin değil, zamanında Erdoğan'ı destekleyen seküler liberallerin de artık ülkenin gidişatından endişe duymaya başlamasıdır. Bu kesim Türkiye'deki tablonun tersine dönmesinden korkuyor. Zira artık "öteki Türkiye'yi" yaşam tarzları baskılanan ve dışlanan laik Türkler temsil etmeye başlayabilir. Aslında Erdoğan, "bütün yaşam tarzlarına saygı duyduklarını" sürekli vurguluyor ve bu olumlu bir mesaj. Lakin, hemen her hafta kamusal hayata dönük "muhafazakar müdahalelere" ilişkin yeni bir tartışma patlak veriyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in kıyafetini "aşırı" bulduğu bir program sunucusunun işten çıkarılması da bunun son örneği.
Bütün bunlar Türkiye'nin bir yol ayrımında olduğunu gösteriyor: Erdoğan ve çevresindeki "yeni seçkinler" laik muhaliflerin güvenini kazanmak için samimi bir çaba ortaya koyup, kendi taraflarında baş gösteren iktidar sarhoşluğuna gem vururlarsa, PKK ile barış sürecinin ilerlediği bugünlerde ülkenin eski seçkinleriyle de tarihi bir uzlaşma sağlayabilirler. Lakin geçmişte Kemalistlerin yaptığı gibi giderek otoriterleşen bir demokrasi anlayışıyla kendi kafalarındaki Türkiye'yi yaratmaya kalkarlarsa, ülkedeki kutuplaşmayı derinleştirmekten öteye gidemezler. Ve bu seçenek Müslüman bir liberal demokrasi olarak dünyaya örnek olma şansını halen barındıran bir ülkeye yazık eder.