Türkiye’de gazeteciler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 31 Mayıs’taki polis müdahalesi sonucunda bir toplumsal patlamaya dönüşerek ülke sathına yayılan Gezi Parkı direnişine karşı gösterdiği sert tepkinin kurbanı oldular ve olmaya da devam ediyorlar.
Başbakan Erdoğan, haziran ayındaki çap ve yoğunluğunu kaybetmiş olsa da etki ve sonuçlarının geçici olmayacağı anlaşılan Gezi Parkı hareketini, kendisini devirmeyi hedefleyen, başını da “yüksek faiz lobisi”nin çektiği bir uluslararası komplo olarak görmeyi yeğledi.
Başbakan, politikasını “Gezi muhalefeti”ni kriminalize eden bir yaklaşım üzerine inşa etti; tabanını bu söylemi kullanarak kendi etrafında kenetlemeye çalıştı; partisi içindeki bazı eleştirel sesleri de böylece susturdu. Erdoğan, “uluslararası komplo” iddiası temelinde yürüttüğü kutuplaştırıcı politikanın kendisine gazetecileri artan oranda baskı altına almak için zemin sağladığını düşünüyor olmalı ki Türkiye’nin zaten büyük olan basın özgürlüğü açığı son haftalarda daha da arttı.
Viyana merkezli Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi’ni de oluşturan Basın Enstitüsü Derneği (BED) tarafından 25 Temmuz’da yayımlanan bir açıklamaya göre, Gezi Parkı protestolarının başlangıcından bu yana, iktidarın yarattığı baskı atmosferinin bir sonucun olarak onlarca gazeteci işten atıldı, zorunlu izne gönderildi, istifa etmek zorunda kaldı. Olayları izleyen çok sayıda gazeteci bu sırada polis şiddetine maruz kaldı, yaralandı ve gözaltına alındı.
İşten atılan gazetecilerin son örneği iktidar yanlısı Sabah gazetesinin ombudsmanı ve Al-Monitor yazarı Yavuz Baydar oldu.
Baydar, 15 Haziran akşamında sert bir polis müdahalesi sonucunda direnişçilerin Gezi Parkı’ndan çıkarılmasının ertesi günü, gazetesinin bu operasyondan birinci sayfa manşetinde övgüyle söz ettiği “Günaydın Gezi” başlıklı haberini, okur şikayetlerine de atıfta bulunarak eleştiren bir yazı kaleme almıştı. Ancak bu yazısı sansürlenerek gazeteye sokulmadı ve ardından Baydar zorunlu olarak izne ayrıldı. Baydar’ın izin dönüşünde 22 Temmuz tarihli köşesinde yer alması gereken yazısının da sansürlendiği öğrenildi ve ardından kovulduğu haberi geldi.
Basın Enstitüsü Derneği’nin açıklamasında Gezi Parkı olaylarını izleyen gazetecilere karşı uygulanan polis şiddetinden örnekler verildi.
Sadece 6 Temmuz günü toplam 13 basın mensubunu yaralı halde gösteren fotoğrafların uluslararası medyaya yansımış olması bunlardan biriydi.
Fotoğraf Vakfı’nın raporuna göre 31 Mayıs-8 Temmuz tarihleri arasında İstanbul ve Ankara’da gözaltına alınan, şiddete maruz kalan ve fotoğrafları silinen foto muhabiri sayısı 111.
Türkiye Gazeteciler Sendikası, Gezi Parkı eylemleri sonrasında oluşan baskı ortamında, çalıştıkları gazete, haber ajansı ve televizyon kanallarından istifa etmek zorunda bırakılan, zorunlu izne ayrılan ya da işten atılan gazetecilerin listesini yayımladı. Listede tanınmış ve kıdemli gazeteciler önemli bir oran oluşturuyor.
Buna göre, 36 gazeteci istifa etti, 20’si kovuldu, 14’ü de zorunlu izne çıkarıldı.
90’dan fazla ulusal ve yerel basın meslek örgütünün 2010’da bir araya gelerek oluşturdukları Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) 24 Temmuz’da İstanbul’da uluslararası nitelikte bir kongre düzenleyerek gezi eylemleri sonrasında basın özgürlüğünü artan ölçüde hedef alan baskıları ve etkisini artarak hissettiren oto-sansürü ele aldı.
“Gazetecilere Özgürlük Kongresi”nin sonuç bildirisinde oto-sansür hususunda şöyle denildi:
“Gezi Parkı gösterileri, hükümetin bazı medya patronlarıyla yaptığı işbirliği ve diğer bazı medya patronları üzerindeki baskısının yayın organlarını habercilik yapamaz hale getirdiğini bir kez daha göstermiştir. Kongre, bu durumun Türkiye’de gazeteciliği kemiren oto-sansürün en önemli nedeni haline geldiğine dikkat çekti ve hükümeti ve patronları editoryal bağımsızlığın güvence altına alınması için gerekli adımları atmaya çağırdı.”
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) Medya Özgürlüğü Temsilcisi Dunja Mijatovic kongreye gönderdiği video mesajında “Türkiye’de durumun (basın özgürlüğü açısından) ne kadar ciddi olduğunu görmek için son iki ayın olaylarına bakmak yeter” dedi. Mijatovic bu olayları, “gazetecilerin tehdit edilmesi, dövülmesi, ciddi biçimde yaralanmaları, tacize uğramaları, malzemelerine el konulması, aleyhlerinde hakaret davaları açılması, teröristlik suçlamasıyla hapse mahkum edilmeleri” olarak sıraladı.
Gezi protestoları sonrasında, işlerinin doğası gereği iktidara mesafeli ve eleştirel bir noktada duran gazetecilerin karşı karşıya kaldıkları, kovulma, susturulma ve oto-sansür baskısı ile olayları takip eden muhabirlerin yaşadıkları gözaltılar ve polis şiddeti, Türkiye’nin bu son gelişmelerden ayrı olarak incelenmesi gereken “hapisteki gazeteciler” sorununun gözden kaçmasına neden olmamalı.
Ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’nin 22 Temmuz’da açıkladığı Tutuklu Gazeteciler Raporu’nda Türkiye’de halen hapiste bulunan gazeteci sayısı “64” olarak veriliyor. Bu gazetecilerin büyük çoğunluğu Kürt medyasından ve “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla yargılanıyorlar.
Türkiye dünyanın bir numaralı gazeteci hapishanesi ve ülkedeki basın özgürlüğü sorununun odağında gazetecilere yönelik hapis tehdidi var.
IPI’ın Kıdemli Basın Özgürlüğü Danışmanı Steven Ellis’in İstanbul’daki Gazetecilere Özgürlük Kongresi’nde yaptığı konuşmasından not aldığım bir cümle ile bitiriyorum:
“Kendisini gözden geçirmeyen ya da yanlış adımlarını kabule yanaşmayan, aynanın karşısına geçip ‘Daha iyisini yapabiliriz ve yapmalıyız’ diyemeyen bir devlet, uzun vadedeki bekasına en büyük tehdidi yine kendisi oluşturur.”