Türkiye'de medya özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara ilişkin yazacağınız herhangi bir raporun veya makalenin bayat hale gelmesi için aradan sadece 24 saat geçmesi yeterli oluyor. Türkiyede Medya özgürlüğü konusunda olumsuz bir gelişmenin yaşanmadığı herhangi bir gün neredeyse yok gibi.
Geçtiğimiz haftalarda, aynı zamanda Al Monitor içinde yazılar kaleme alan, Sabah gazetesi ombudsmanı Yavuz Baydar’ın gazetesinin hükümete yönelik Gezi parkı protestolarını görmezden gelen tavrını eleştiren yazılarının sansürlendiği basına yansımıştı. Bir gazetenin kendi ombudsmanını sansürlemesi, basın özgürlüğü açısından karnesi giderek kötüleşen Türkiye için bile bir ilkti. İki yazısını sansürledikten sonra, Salı günü Sabah gazetesi resmi bir tebligatla Yavuz Baydar’ın işine son verdi ve bu tebligatta Baydar’ın New York Times'ta çıkan ve Türkiye'deki basın özgürlüğünü eleştiren yazısının gazete için bir hakaret niteliğinde olduğu gerekçe olarak gösterildi.
Türkiye'yi sarsan Gezi parkı protestoları sonrasında hükümetin hoşuna gitmeyen yazı ve haberler yayınladıkları için işlerine son verilenler Yavuz Baydar’ın örneğiyle sınırlı değil. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın bildirdiğine göre Gezi protestoları sonrasında 22 Gazeteci işten çıkarıldı ve 37 gazeteci de bu süreçte istifa etmek zorunda kaldı.
Hükümetin Medya özgürlüğüne ilişkin müdahaleleri sadece yazıları hoşa gitmeyen gazetecilerin işten çıkarılmasının sağlanmasıyla sınırlı değil. Hükümete bağlı Tasarruf Mevduatını Destekleme Fonu (TMSF) kamu borçları olan gazetelere el koyuyor ve daha sonra da bu gazeteleri hükümete yakın şirketlere satıyor. TMSF'nin el koyduğu Sky360 televizyonu ve Akşam gazetesi geçtiğimiz haftalarda her hangi bir ihale açılmadan doğrudan doğruya Kolin-Limak-Cengiz konsorsiyumuna satıldı. Bu konsorsiyum aynı zamanda İstanbul’a yapılacak olan üçüncü köprüyü inşa edecek firmadır. Gazete ve televizyon, köprü ihalesinin neredeyse bir ikramiyesi olarak bu konsorsiyuma sunulmuş bulunuyor.
Geçtiğimiz haftalarda medya özgürlüğüyle ilgili olarak yaşanan gelimeler bunlarla da sınırlı kalmadı. Taraf gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ahmet Altan başbakanın kendisine karşı açtığı bir davada, başbakana hakaret ettiği gerekçesiyle 11 ay hapis cezasına mahkûm edildi.
Başbakanın gazetecilere karşı açtığı ceza ve tazminat davaları da, kendi başlarına oldukça önemli bir medya özgürlüğü problemi ortaya koyuyor. Başbakanın bu güne kadar toplam kaç tane dava açtığı bilinmiyor. Bu davalara ilişkin istatistiki bir çalışma elde bulunmasa da, başbakanın açtığı davaların ezici bir çoğunluğunun "başarıyla" sonuçlandığı ve gazetecilerin tazminat ödemek zorunda kaldıkları biliniyor. Örneğin, Ahmet Altan daha önce defalarca kez başbakanın tazminat davalarının hedefi oldu ve bu davaları kaybetti.
Başbakanın açtığı tazminat davalarını haklı göstermeye çalışanlar, herkes gibi onun da, kendisini kişisel saldırılara karşı korumaya hakkı olduğunu, başbakanın bu davaları kendisine karşı hakarette bulunanlara karşı açtığını iddia ediyorlar. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başbakanın tazminat davası açma hakkına ilişkin Türkiye'de yapılan bu yorumları paylaşmadığı biliniyor. AİHM, 2012 tarihinde Erbil Tuşalp/Türkiye davasında verdiği kararla belki de başbakanın açtığı bütün tazminat davalarını geçersiz kılacak bir karara imza attı. Politikacıların, sıradan insanlara göre çok daha sert eleştirileri tolere etmek zorunda olduklarını belirten AİHM, gazeteci Erbil Tuşalp’in başbakan ve hükümeti hakkındaki sözlerinin hakaret niteliğinde olmadığını ve ifade hürriyeti kapsamında yer aldığını belirterek Türkiye'yi mahkûm etti.
Erbil Tuşalp, başbakanının dava konusu yaptığı makalelerinde, başbakanın ruh sağlığının yerinde olmadığını, "psikopatik agresif" bir rahatsızlıktan mustarip olduğunu ifade ediyordu. Yine aynı makalelerde Tuşalp, başbakanı küfürbazlıkla itham ediyor, bütün devleti partisinin malı gibi kullandığını öne sürüyordu. AİHM'nin Tuşalp'in bu sözlerini ifade özgürlüğü içinde kabul ettiği göz önüne alınacak olur ise eğer, başbakanın tazminat kazandığı davaların neredeyse tamamının Türkiye'nin mahkûm olmasıyla sonuçlanacağını söylemek bir kehanet olmasa gerek.
Başbakanın hükümetinin, muhtemelen böyle bir sonuçla karşılaşabileceklerini hayal bile etmeksizin 2003 yılında çıkardıkları bir yasa bu davaları oldukça ilginç bir noktaya sürüklüyor. 2003 tarihli bu yasaya göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye'nin mahkûmiyetine karar verdiği davalar iç hukukta yeniden yargılamaya tabi tutulması gerekiyor. Nitekim Erbil Tuşalp davasında AİHM’nin verdiği kararı alan avukatlar, başbakana tazminat verilmesine karar veren Ankara Asliye Hukuk Mahkemesine 2012 yılının Aralık ayında başvurarak, bu mahkemelerden kararlarını AİHM kararı çerçevesinde değiştirmelerini istediler. Hürriyet Gazetesi'nden Sedat Erginin haberine göre, başbakanın avukatları Asliye Hukuk Mahkemesinden AİHM kararını göz ardı edip, eski kararlarında ısrarcı olmalarını talep ettiler. Yine Erginin bildirdiğine göre Asliye Hukuk Mahkemeleri, avukatların bu talebini reddetti ve tazminat kararını kaldırdı. Tabi bu durumda, Erdoğan'ın Tuşalp’ten kazandığı tazminatın Tuşalp’e nasıl geri ödeneceği sorusu ortaya çıkıyor. Gerçi başbakanın Asliye hukuk mahkemesi kararlarına karşı üst mahkemeye temyizde bulunma imkânı var, ama aynı şekilde Tuşalp’in de tekrar AİHM’ye başvurma imkânı bulunuyor.
Başbakanın avukatlarının asliye hukuk mahkemesinden AİHM kararına uyulmamasını istemesi bile, tek başına, başbakanın gazeteciler hakkında dava açmasının bütün hukuk sistemi bakımından ne kadar büyük bir maliyeti olabileceğini ortaya koyuyor. Türkiye bugüne kadar Öcalan'ın idamının ertelenmesi ve Kıbrıslı Rum Loizidou’nun kazandığı tazminatın ödenmesi gibi, Türkiye'deki kamuoyunun ciddi alerjisini çeken, çok zor durumlarda bile AİHM kararlarına uymuşken, işin içine başbakanın açtığı tazminat davaları girince, başbakanın avukatları AİHM kararlarına uyulmamasını isteyebiliyorlar.
Aslında bu davaların nasıl sonuçlanacağı, başbakanın kazandığı tazminatları geri ödeyip ödemeyeceği sembolik olarak Türkiye'de ifade hürriyetinin korunma açısından oldukça büyük anlam ifade ediyor. AİHM kararı Türk başbakanının kafasındaki ifade hürriyeti kriterlerinin Avrupa standartlarıyla kesin bir çatışma içinde olduğunu gösteriyor ve onu açtığı bütün davaları gözden geçirmeye davet ediyor. Erdoğan'ın bu çağrı konusunda nasıl bir adım atacağı, Türkiye'de ifade özgürlüğü bakımından önemli dönüm noktalarından birisini ortaya koyacak.