ABD yönetimi, İran’ın Suriye’yle ilgili müzakerelere katılmasına iki yılı aşkın bir süredir karşı çıktıktan sonra nihayet bu stratejisini değiştirmeye karar verebilir.
Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus ve İsveçli mevkidaşlarıyla 15 Mayıs Çarşamba günü İsveç’te bir basın toplantısına katıldı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Suriye rejimini, Suriye içindeki bütün grupları ve bu gruplar üzerinde nüfuzu olan harici aktörleri de içerecek” yeni barış görüşmeleri için destek sağlama ihtiyacına vurgu yaparken, Kerry sessizce yanında durup dinledi.
Lavrov, perşembe günü yaptığı açıklamada da İran’ın, Batı’nın “jeopolitik tercihleri” yüzünden Suriye müzakerelerinden dışlanmaması gereken “çok önemli bir harici oyuncu” olduğunu söyledi.
ABD, konferansa kimlerin davet edileceğini henüz açıklamış değil. Ancak, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, İran’ın davet edilip edilmeyeceğine ilişkin ısrarlı sorular karşısında tekleyip şu yanıtı verdi: “Şu an için ne kabul ediyoruz ne dışlıyoruz.”
Suriye krizinin çözümünde Rusya ile ortaklaşan ve İran'ın Suriye lideri Beşar Esad üzerindeki nüfuzunu kabul eden bir diplomatik yaklaşımın stratejik mantığı ve sunacağı fırsatlar, Al-Monitor’un Geçtiğimiz Haftaya Bakış sütununda geçen yıldan bu yana geniş bir şekilde anlatılıyor. Aynı şekilde, İran’ın BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya’dan oluşan P5+1 grubuna yapmış olduğu Suriye konusunda bölgesel iş birliğini konuşma önerisinin önemi de vurgulanıyor. Bu önerinin kabulü, İran’ın nükleer programına ilişkin müzakerelerdeki tıkanıklığın aşılmasına da yardımcı olabilir. Böylelikle ABD, İran’ın bölgesel nüfuzunu onaylayan güven arttırıcı bir adım atmış olur ki bu da İran’a bölgesel güç olarak kabul görmek için nükleer silaha ihtiyacı olmadığını göstermiş olur.
Bundan bir yıl önce dönemin dışişleri bakanı Hillary Clinton, Suriye krizinin çözümünde İran’a her hangi bir rol vermeme konusunda oldukça ısrarlıydı. Clinton, Brookings Enstitüsü’nde yaptığı bir konuşmada şu ifadeleri kullanmıştı: “Bu bizim kırmızı çizgimiz. Biz bunun vahim bir hata olacağını düşündük. Zira biliyoruz ki İran, Esad rejimini desteklemekle kalmıyor. İran, Suriye ordusunun yanı sıra, ortalıkta türeyen ve mezhepsel çatışmalara girişen milis güçlerine de aktif bir şekilde akıl hocalığı yapıyor, bu güçleri yönlendiriyor ve cesaretlendiriyor.”
Ne var ki bu konuşmadan bir yıl sonra değişen tek şey, Suriye’deki muhalif grupların bölünüp çoğalmış olması ve savaşın daha da kanlı ve istikrarsızlaştırıcı bir hal almış olması. Şimdi ABD, Özgür Suriye Ordusu’na doğrudan “öldürücü olmayan” yardım sağlıyor, Arap ülkeleri isyancıları silahlandırıyor; Rusya ve İran ise Esad güçlerine gelişmiş silahlar sağlamaya devam ediyor. Yine de, Suriye’deki cihatçı grupların artan gücünü törpülemek ABD, Rusya ve İran’ın ortak menfaatine olabilir.
İran’ın Suriye’deki neticeyi etkilemesinin engellenebileceği fikri baştan beri mesnetsizdi. Zira İran’ın Esad rejimiyle 1980-1988 İran-Irak savaşına kadar giden tarihi bağları mevcuttur. Suriye bu savaş sırasında İran’ı destekleyen dünyadaki birkaç ülke içinde tek büyük Arap ülkesi olmuştur. İran ve Suriye ayrıca, Lübnanlı Şii milis grubu Hizbullah’ı oluşturulmak ve desteklemek için de müşterek çalışmıştır. İran’ın Lübnan’a gönderdiği silah ve para Suriye üzerinden gitmiştir.
Baba Hafız Esad’ın 2000’de hayatını kaybetmesiyle İran, Suriye-İran ittifakının baskın ortağı oldu ve bu ilişki, Suriye rejiminin son iki yıldır ayakta tutan esas dayanak haline geldi. İran, Esad’ı hem para ve silahla hem de askeri ve istihbarat danışmanlarıyla destekliyor, fakat aynı zamanda mevcut devletin özünü koruyacak yeni bir hükümetin kurulabilmesi için Esad’ın gitmek zorunda kalabileceğini de kabul ediyor.
ABD tarafından Suriye konulu başlıca uluslararası toplantılardan dışlanan İran, Müslüman Kardeşler’in yönetimindeki Mısır’la temas ederek kendisine bölgesel diplomasi alanında yer açmaya çalıştı. İran’ın Arapça konuşabilen Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, bu konuda bilhassa aktif çalışarak Suudi Arabistan ve Ürdün gibi Esad’a karşı Suriye muhalefetini destekleyen Batı yanlısı Sünni ülkeleri ziyaret etti.
Salihi, son olarak, Cidde’de Mali kriziyle ilgili bir konferansı vesile ederek Suudi mevkidaşı Prens Faysal ile görüştü. Salihi, El Hayat’a verdiği bir söyleşide Suriye’nin etnik bölgelere dağılma tehlikesine karşı uyardı. Zira mezhepçiliğin kontrolsüz bir şekilde yükselmesi, Irak, Türkiye, İran ve hatta Suudi Arabistan’ı tehdit edebilir.
Salihi şöyle konuştu: “Suriye’de bir iktidar boşluğu ya da parçalanma söz konusu olursa, bu kriz bölgedeki tüm ülkelere sıçrar. Bölgede yeterince problemimiz var ve problemlerin bu ülkeler için daha da derinleşmesini istemiyoruz. Tam tersine bu sorunları hafifletmek zorundayız. Bu krizi çözmek için hükümet ve muhalefetin müzakere masasına oturması ve bir geçiş hükümeti kurması gerekiyor. Sonrasında yeni bir anayasanın oylanması gerçekleşebilir.”
Rusya ve ABD’nin ortaklaşa ev sahipliğinde geçen yaz Cenevre’de düzenlenen konferanstan hem Suudi Arabistan hem de İran dışlanmıştı. Bu ülkelerin her ikisi görüşmelerin bir sonraki turunda yer almalıdır.
Eğer İran’ın bölgedeki politikalarına muhalif olduğunu gizlemeyen Suudi Arabistan bile Suriye konusunu İran’la konuşabiliyorsa, İran’la yürütülen nükleer müzakerelerde hâlihazırda yer alan ABD neden konuşmasın?
Merhum Filistin lideri Yaser Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bölgenin kaderini çizecek müzakerelerden dışlamanın, güneşi parmakla kapatmaya çalışmaya benzetirdi.
80 bini geçen ölü sayısı ve Lübnan, Ürdün ve Türkiye’ye sıçrayan istikrarsızlıkla birlikte derinleşen bölünmüşlük göz önüne alındığında, yeni barış girişimi tüm taraflar temsil edilse bile yine başarısız olabilir. Ancak krizin sonucundan derinden etkilenecek aktörlerin süreçte yer alması engellenirse, işte o zaman barış girişimleri kesinlikle başarısız olacaktır.