Türkiye parlamentosunda ana muhalefet görevini yapan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 7 Mayıs salı günü partisinin Meclis grubundaki konuşmasında, Türk hükümeti ve PKK arasındaki barış sürecine dair söyledikleri üslup olarak ağırdı belki ama gerçeği de belirli bir oranda yansıtıyordu.
8 Mayıs tarihli Milliyet gazetesinden aktarıyorum:
“Süreç konusunda defalarca Erdoğan’a ‘Niye konuşmuyorsun?’ diye sordum. AKP’nin Kandil sözcüsünden öğreniyoruz gerçekleri. Arınç hükümetin sözcüsü ama bir de yurtdışında sözcüleri var. Soruyorum, Karayılan’ın söyledikleri doğru mu değil mi? Doğru olduğunu biliyoruz, adam niye yalan söylesin; ben dayattım o da silahların gölgesinde kabul etti diyor, daha ne desin?
Bir ülkede başbakan terör örgütünün tutsağı konumuna düşemez. Sen esirsin, ne söylediğini bilmiyorsun, onun için konuşmuyorsun çünkü ne söyleyeceğini bilmiyorsun. 76 milyon yurttaş gerçekleri Kandil’den öğreniyor. Bu utancın sorumlusu Erdoğan.”
Türkiye’de siyasetin aşırı sert ve kırıcı bir üslupla yapıldığını bildiğim halde yine de Kılıçdaroğlu’nun bu konuşmasını okuyunca gözlerime inanamadım. CHP Genel Başkanı, PKK’nın askeri-politik şefi Murat Karayılan’ı gerçekten de “AKP’nin Kandil sözcüsü” olarak tanımlamış olabilir mi, yoksa bu bir dizgi yanlışı mıdır diye kuşkuya kapıldım.
Mamafih doğruymuş; Kılıçdaroğlu’nun twitter hesabından 9 Mayıs’ta atılan tweetlerden birinde, “AKP yakın zamanda bir görev değişikliğine gidecek gibi görünüyor; hükümet sözcüsü olarak Bülent Arınç yerine PKK lideri Murat Karayılan” yazıyordu.
Kılıçdaroğlu, Sosyalist Enternasyonal üyesi olsa da çağdaş manada Avrupa’daki sosyal-demokrat partilere hiç benzemeyen, Kemalist Cumhuriyetçi ve milliyetçi CHP’nin lideri ve bu partiye hakim olan ideolojik cenah “Türk ulus devleti” mefhumunu, Kürt sorununa çözüm egilimine karşı savunmak için işte böyle sertliklere başvuruyor.
Bu yazının konusu ise bu agresif üslubun örttüğü bazı gerçeklere işaret etmek...
Kılıçdaroğlu Meclis grubundaki bu konuşmayı, PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye’den çekilmesinin “resmi” başlangıç tarihi olarak açıklanmış bulunan 8 Mayıs’tan bir gün önce yaptı.
Ve PKK’nın silahlı güçleri Türkiye girmek için kullandıkları dağları ve derin vadileri, kanyonları izleyerek, silah ve teçhizatlarıyla birlikte çıkış yapmaya başladılar.
Ve Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri doğrudur; Türkiye kamuoyu bütün bu gelişmeler hakkında, öncesinde ve sonrasında, sadece “Kandil” tarafından bilgilendirildi.
PKK güçlerinin Türkiye’yi 8 Mayıs’ta terk etmeye başlayacağını 25 Nisan’da Kandil’de PKK’nın askeri-politik lideri Murat Karayılan tarafından ilan edildi.
Kürdistan Bölgesel Hükümeti topraklarının Türkiye’den başlayarak İran sınırı boyunca güneye doğru uzanan sarp dağlık kısımlarında üslenen PKK’nın, Kandil bölgesinde yer aldığı için “Kandil” olarak bilinen ana karargahı yakınlarındaki bir kırsal alanda 100 kadar gazeteci ve TV muhabirinin izlediği bir basın toplantısı düzenleyen Karayılan, o gün Türkiye hükümetinden barış ve çözüm sürecindeki beklenti ve taleplerini de sıraladı.
Karayılan barış ve çözüm sürecini üç aşamalı olarak telakki ettiklerini söyledi. Çekilmeden başlayarak karşılığında AKP iktidarının güven artırıcı önlemler ve Kürt sorununun çözümü için atması gereken siyasi ve idari adımların her aşamada neler olması gerektiğini anlattı.
Bu hususlardaki tutum ve görüşlerini ardından Kürt medyası kanalıyla 29 Nisan’da da duyurdu ve konsolide etti.
Bunlar arasında dikkat çekenlerden biri, PKK’nın silah bırakmasının ancak sürecin üçüncü ve son aşamasında, barıştan ve çözümden geri dönüşün artık mümkün olmadığı bir noktanın geçilmesinden sonra gündeme geleceğinin altını çizmesiydi... Karayılan, 14 yıldır müebbet hapis cezasını çeken PKK’nın kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasını da PKK’nın silahsızlanmasının ön koşulu olarak getirdi.
Öcalan’dan bahsetmişken, altının çizilmesi gereken husus şu: Öcalan’dan gelen son mesaj, 21 Mart tarihini taşıyor. Öcalan, Diyarbakır’da Nevruz Bayramı için toplanmış olan yüzbinlerce kişiye okunan mesajında tarihi bir barış çağrısı yapmış ve PKK’nın silahlı unsurlarının artık sınır dışına çekilmesinin zamanının geldiğini belirtmişti.
O günden beri Öcalan’dan herhangi bir ses duyulmadı. Bu saptama bundan sonra Öcalan’dan herhangi bir açıklama ya da mesaj alınmayacağı anlamına gelmiyor ama durum bu. Diger taraftan BDP milletvekilleri Ocalan’in cekilmeyle ilgili goruslerini iceren iki mektubunu Nisanin ilk haftalarinda pes pese Kandil’e ulastirdilar.
Ve bugünlerde barış ve çözüm süreci hakkında en çok sesi duyulanların başında Murat Karayılan geliyor. Onu da legal Kürt partisi BDP’nin eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak izliyor.
Kılıçdaroğlu, “76 milyon yurttaş gerçekleri Kandil’den öğreniyor” derken haksız değil.
Karayılan’a “PKK’nın lideri” derken de haksız değil.
Bütün bu gelişmeler Türkiye’deki barış ve çözüm sürecinin normalleştiğinin ve kendi bağımsız dinamiklerini oluşturduğunun göstergesi.
Sürecin Kürt tarafında öne çıkan, süreci artık yönetmeye başlayanlar artık normal aktörler.
Peki, Öcalan anormal bir aktör müydü?
Evet öyleydi.
Böylesine hassas ve çok boyutlu bir süreç, devletin hapishanesinde tecrit altında yaşayan, iletişim, dışarıyla teması iktidarın iznine bağlı ve medyayı takip imkanları son derece sınırlı olan bir aktör tarafından tabii ki yönetilemezdi.
Ancak şurası önemlidir: PKK’nın kurucusu ve tarihi lideri Öcalan istikameti göstermiştir; şimdi Karayılan bu istikamette süreci yönetmektedir. Ve sürecin bir numaralı fiili aktörü artık Karayılan’dır.
Kandil’deki PKK, 2012’nin sonuna kadar Tahran-Şam mihverinin denkleminde yer alıyordu. Öcalan ise Türkiye’nin elindeki tek “yerli siyasi sermaye” idi. AKP iktidarı son derece başarılı bir zamanlamayla Kandil’i bölgesel karşıt denklemden çıkardı ve tarafsızlaştırdı ama Öcalan’ın AKP hükümeti açısından kullanım değeri bu arada düştü.
BDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın twitter hesabından 7 Mayıs’ta atılan iki tweet Türkiye’nin Kürt denklemindeki dramatik değişimi iki cümlede özetliyor.
Birincisi şu: “PKK ve devlet çatışmasızlığın oluşması için irade ortaya koydular. Bu nedenle iç tehlikenin olmadığını düşünüyorum.”
İkincisi de şöyle: “Eğer dış güçlerin provokasyonları olmasa bu süreç olumlu bir şekilde devam edecektir.”
Demirtaş’ın “dış güçler” dediğinin başta Tahran ve Şam rejimi olduğu çok açık. Yani Kandil’in altı ay öncesine kadar içinde yer aldığı bölgesel mihver.