Önce birkaç noktayı gözden geçirelim. İsrail’in “maçı uzatmaya götüren” veya “caydırıcılığı engelleyici” olarak tanımladığı bazı silah türleri var. Bu silahların düşman eline geçmesi İsrail açısından “kırmızı çizginin” aşılması anlamına geliyor. Hizbullah’ın veya Suriye’deki köktenci Sünni isyancıların kimyasal silahları ele geçirmesi böyle bir durumu arz eder. Yakhont olarak da bilinen gemi savar P-800 füzeleri ile SA-17 ve Fetih-110 füzelerinin Hizbullah’ın eline geçmesi de aynı şekilde.
İsrail, tüm bölgeyi ateşe atma riski pahasına “kırmızı çizgi” söylemini eyleme geçireceğini yakın zamanda kanıtlamış oldu. “Kırmızı çizgi” çoğu durumda belli silahların Hizbullah’ın veya Suriye’de faal olan terör gruplarının eline geçmesini ifade eder. Ancak bir durum var ki “kırmızı çizgi,” S-300 gibi isabet gücü yüksek uçaksavar füzeleri dâhil belli silahların Suriye’ye verilmesini de ifade eder. Rusya, birkaç yıldır Suriye’ye bu füzelerden satma sözü veriyor olsa da bunu yapmadı, en azından şu ana kadar.
Birkaç noktayı daha gözden geçirelim. İsrail başbakanı, 14 Mayıs’ta uçağa atlayıp Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile kısa ama acil bir görüşme için Rusya’ya gitti. Görüşme, Rusya’nın Suriye ile füze satış anlaşmasını sonuçlandırmak üzere olduğu ve bu kapsamda iki batarya S-300 füzesinin fiilen Esad rejimine verileceği haberlerini takiben gerçekleşti. Sonradan ortaya çıkan bilgilere göre Başbakan Benjamin Netanyahu’nun Rusya ziyareti aslında İsrail’in bastırması sonucu değil, Rusların önayak olmasıyla gerçekleşmişti. Davet bizzat Putin tarafından, hem de çok dostane olmayan bir tonda yapılmıştı.
Bu, Netanyahu’nun füzeleri konuşmak için Rusya’ya ilk gidişi değildi. Kendisi gibi halefi Ehud Olmert de bu yolculuğu yapmıştı. Ziyaretlerin hepsinde İsrail tarafı, söz konusu füzelerin Suriye lideri Beşar Esad’a verilmesinin vahametini ve İsrail’in karşılık olarak düşündüğü seçenekleri anlattı. Ruslar, her seferinde dikkatle dinleyip konuyu gözden geçireceklerini söyledi ve neticede anlaşmayı sonuçlandırmadı. Ta ki şimdiye kadar.
Bu defa Rusların da söyleyecek lafı vardı. Batılı diplomatlar ve güvenlik kaynakları, son görüşmede Putin’in Netanyahu’ya pek konuşma fırsatı vermediğini ve İsrail’e sert uyarılar yaptığını iddia etti. İsrail’in Suriye’ye saldırmaya devam etmesi halinde ateşin tüm Ortadoğu’yu sarabileceğini söyleyen Putin, İsrail’in zarar görmeden kurtulamayacağını, Suriye ve Hizbullah’ın yığdığı füzelere hedef olabileceğini ekledi.
Konunun Rus menfaatleriyle doğrudan ilgili olduğunu açıkça ortaya koyan Putin, Esad’ın düşmesine ve Suriye’nin radikal Sünni cihatçılar için bir üs haline gelmesine izin verme niyetinde olmadıklarını belirtti. Putin, aksi halde İsrail’in çıkarlarının da zarar görebileceğini Netanyahu’ya anlattı.
Bunlar elde olan veriler. Şimdi soru işaretlerine bakalım: Netanyahu’nun ziyaretinin hemen akabinde Ruslar, S-300 füzelerini nihayet Esad’a vereceklerini resmen açıkladı. İsrail, füzeleri nakliyat sırasında vurup imha eder mi? Yoksa füzelerin gelişini bekleyip faal hale gelmelerinden önce mi harekete geçer? Böyle olursa Esad nasıl bir karşılık verir? Hizbullah’ın yanıtı ne olur? İran ne yapar? Ve işte konunun en ilginç yanı: böyle bir saldırı sadece Suriye ve müttefiklerine bir savaş ilanı olmaz, Rusya’ya karşı da bir taarruz olarak addedilir.
Başka türlü soracak olursak, Ortadoğu, İran’ı da savaşın içine çekecek büyük bir infilak noktasının eşiğinde mi bocalıyor? İsrail veya ABD- ya da ikisi birlikte- bu durumdan istifade ederek İran’ın nükleer programına o beklenen büyük askeri darbeyi vurur mu? Kesin olan bir şey var. O da, her kim bu bölgede ve yakın çevresinde hayatta kalmak istiyorsa böyle olmaması için dua etmeli.
Durum hiç olmadığı kadar tehlikeli. Bunun başlıca sebebi, işin içinde olan herkesin- ki bunların sayısı epey fazla- “aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” türünden bir durumun içine sıkışmış olması. İsrail, Suriye’nin S-300 füzelerine sahip olmasını kabullenemez. Zira bu füzeler, İsrail savaş uçaklarını üslerinden kalkar kalkmaz vurabilir. Bu, Ortadoğu semalarında süregelen İsrail üstünlüğünün sonu demek olur. Diğer yandan, İsrail, füzeleri vuracak olsa, bir anda tüm düşmanlarına ek olarak Rusya ile de başı belaya girer. Bu, baş etmesi fazlasıyla zor bir durum olabilir, İsrail için bile.
Rusya ise elindeki tüm imkânları Esad rejimini korumaya yatırıyor. Amaç, savaşan taraflar arasındaki hassas dengeyi korumak ve kimseye her şeyi göze alıp geri dönülmez bir yola girme bahanesi vermemek.
Esad çaresizce sıkışmışken Suriye, olası bir İsrail saldırısının yıkıcı bir karşılıkla yanıtlanacağını ilan etti. İsrail de Esad’ın saldırması halinde kendisini “alaşağı” edeceğini bildirdi. Mevcut koşullarda Esad, İsrail’in tüm askeri gücüyle tarumar olmuş Suriye ordusuna yüklenmesini göze alamaz. İsrail ise binlerce roketin Tel Aviv’e yağıp ekonomik çöküntü ve durgunluğa yol açmasına, evin içinin harap edilmesine izin veremez.
Dolayısıyla, herkes herkesin en hassas noktasına baskı uyguluyor. Her şey havaya uçmak üzere. Çapraz kırmızı çizgiler, çekişme alanını boydan boya keserken kesif barut kokusu nefesleri kesiyor. Ortadoğu’nun 2013 ortalarında resmi böyle. Kendimizi bölgesel, ulusal, dinsel, etnik ve kavimsel bir savaşın içinde sıkışmışken bulduk ve bu noktaya doğru gittiğimizi fark etmedik bile.
Tüm bu hengâmenin üstüne beliren ilginç bir gerçek daha var. İsrail’de hiç kimse, Esad’dan sonra ne olacağı konusunda fikir sahibi değil. Aslında “Esad sonrasının” olacağından bile emin değiller. Gelinen aşamada İsrail, Esad’ı hafife aldığını ve her iki tarafın gücünü yanlış değerlendirmiş olduğunu itiraf ediyor. Dahası İsrail, Suriye’de genel olarak ne olacağını kestirmekte bile zorlanırken, çıkarlarına en uygun ihtimali belirleme konusunda hepten sıkıntı içinde. Yine de görünen o ki tüm tarafların kan kaybettiği ve kaynaklarını hızla tükettiği mevcut çıkmaz, İsrail için olabilecek en iyi durum.
Mevcut durum bir bakıma İran-Irak savaşının doruğunda merhum İsrail başbakanı Menachem Begin’in “Her iki tarafa da bol şans dileriz.” deyip bıyık altından gülmesini hatırlatıyor. Yalnız sorun şu ki bu tip durumlar ebediyen sürme eğiliminde değil, doğaları gereği bir noktada çözülüp yeni bir gerçeklik doğuruyorlar. Bulunduğumuz aşamada ise hiç kimsenin bu yeni gerçekliğin neye benzeyeceği, ne zaman ortaya çıkacağı ve o güne kadar kimin ölüp kimin kalacağı konusunda en ufak bir fikri yok.