Türkiye ve dünyanın mahfilleri ve medyasında genel kabul gören bir varsayıma göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden çok daha güçlenerek çıktı ve artık ülkesinin yönünü istediği gibi tayin etmesine yetecek kadar büyük bir kudrete sahip oldu...
Bu varsayım, Erdoğan’ın karakterini, güçle kurduğu ilişkiyi ve genel siyaset etme tarzını, iktidarda geçirdiği 14 yıl boyunca yakından gözlemleyenler için ikna edici değil. Tam tersine, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasından bu yana verdiği demeçler ve siyasi davranışı incelendiğinde, genel izlenimin aksine Erdoğan’ın kendisini eskisi kadar güçlü hissetmediği görülüyor. Darbe girişiminin karar ve operasyon merkezinde yer alan Gülen Cemaati’ne karşı olağanüstü hal ilan ederek uyguladığı, görülmemiş büyüklükteki tasfiye ve temizlik operasyonlarının aksettirdiği güçlülük hali bu açıdan bir yanılsama oluşturuyor.
Erdoğan’ın kendisini eskisi kadar güçlü hissetmemeye başlayıp siyasi tutumunu da bu güç kaybı algısıyla uyumlu olacak biçimde gözden geçirdiği an, darbe girişiminin bastırılmasına, yani 16 Temmuz’un ilk saatlerine rastlamıyor. Bunun için aradan birkaç gün geçmesi gerekti. Erdoğan’ın siyasi tutumundaki değişime bakarak, kendi gerçeğiyle 19 ile 20 Temmuz tarihleri arasında yüzleştiği sonucunu çıkarıyoruz. Muhtemeldir ki darbe girişimini ülke değil dünya ölçeğinde değerlendirdi ve izlediği siyasette buna uygun düşen geri adımları atmaya karar verdi.
Erdoğan darbe girişiminden sonra taraftarlarının karşısına ilk kez 18 Temmuz’u 19’a bağlayan gece yarısı çıktı... İstanbul’un Asya yakasının sırtlarında yer alan Kısıklı semtindeki villasının önünde toplanan kalabalığa konuşan Erdoğan, “Öldürmeyen her darbe güçlendirir” deyişini hatırlar gibi, başarısız darbenin kendisini daha da güçlendirdiğini sanan bir Erdoğan’dı. Başka türlü bu Erdoğan, uygulamak için her zamankinden de kudretli olmasını gerektiren bir projesini nihayet hayata geçireceğini, darbe girişiminden üç gün sonra da söylemezdi... 2013’te Gezi Direnişi’ni kışkırtmasının ardından istemeyerek askıya aldığı ve bu arada bir saplantı haline getirdiği, İstanbul’un Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı’nın ortadan kaldırılarak yerine Osmanlı kışlası görünümlü bir alışveriş ve kültür merkezinin inşa edilmesiydi bu.
Erdoğan, yarım kalmış projesini tamamlayacağını, aşina olduğumuz üslubuyla ilan etti: “Taksim’deki kışla inşallah isteseler de istemeseler de tarihine uygun olarak o da yapılacak. (...) Bitmedi, bir müjdemiz daha var Taksim’de (...) o böyle tarihi duvarlar var ya o duvarın tam arkasına da inşallah proje hazır, Taksim Camisi’ni de oraya inşa edeceğiz.” Kendisine yönelmiş yaşamsal tehdidi savuşturduktan sonra bile, her zamanki otoriter tarzıyla, “isteseler de istemeseler de” diye konuşan Erdoğan, hepimizin bildiği Erdoğan’dı. 2013’te Taksim Meydanı’nı muhalif siyasi gösterilere kapatan, 1 Mayıs mitinginin burada yapılmasını engelleyerek sonunda Gezi ayaklanmasına yol açacak öfke birikimini artıran da bu Erdoğan’dı.
Derken, Erdoğan’ın darbe sonrası iç siyasete dönük siyasi söylem ve davranışında 19-20 Temmuz tarihlerinden itibaren bir değişim gözlemlenir oldu... Dayatmacı, buyurgan ve muhalefete tepeden bakan Erdoğan gitmiş, iş birliği ve destek arayışı içinde olduğunu açıkça hissettiren bir Erdoğan gelmişti. Bunun ilk işareti, Erdoğan’ın ana muhalefet partisi CHP’nin 20 Temmuz’da Taksim’de “demokrasi mitingi” düzenlemesine izin verdiğinin öğrenilmesiydi. Taksim’in üç yıl sonra muhalefete açılması, başarısız darbe girişiminden sonra Erdoğan’ın iç siyasetindeki ilk yumuşama adımı oldu. Ardından benzer doğrultudaki şu gelişmeler de yaşandı:
Yine 20 Temmuz’da El Cezire televizyonuna verdiği demeçte, muhalefet ve sivil toplumun kendisiyle ilgili en büyük kaygılarından birini oluşturan ve aynı zamanda ülkedeki kutuplaşmayı derinleştiren nedenlerin başında gelen “başkanlık” projesini en azından şimdilik askıya aldığını şu sözlerle açıkladı: “Demokratik parlamenter sistemin içinde kalıyoruz, hiçbir zaman bundan uzaklaşmayacağız.”
24 Temmuz’da CHP, Taksim’de son yılların en büyük mitinglerinden birini muhalefetin hemen her kesiminden on binlerce kişinin katılımıyla düzenledi.
25 Temmuz’da Erdoğan, muhalefet partileri CHP ve MHP’nin liderleri, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi sarayında ağırladı. Erdoğan’ın bu görüşmede muhalefet liderlerinin başarısız darbe girişimi ve sonrasıyla ilgili görüş ve önerilerini aldığı öğrenildi. Erdoğan, Kürt partisi HDP’yi bu toplantıya çağırmadı. Aynı gün Başbakan Binali Yıldırım muhalefet partileriyle yeni bir anayasa değişikliği hususunda parlamentoda birlikte çalışma kararı aldıklarını ve bu HDP’nin de bu çalışmalara katılabileceğini söyledi.
27 Temmuz’da Erdoğan, muhalefetle tesis etmeye çalıştığı “darbe barışı”nı bir de jestle taçlandırdı: Cumhurbaşkanı’nın Kılıçdaroğlu ve Bahçeli aleyhine açtığı davaları geri çekeceği açıklandı.
Ve nihayet Türkiye, İslamcı AKP’nin Ankara’daki Genel Merkezi’ne dev bir Atatürk posteri asıldığını biraz da şaşkınlıkla öğrendi, çünkü İslamcıların, hilafeti ilga edip ülkeye laikliği getirdiği için Atatürk’ten nefret ettikleri biliniyordu. Üstelik AKP’nin tasarladığı yeni anayasadan laiklik ilkesini çıkarmak istediği de malumdu...
Erdoğan’ın bu “darbe barışı” arayışının gerçek nedenini doğru tespit etmek, başarısız darbe sonrası Türkiye’sindeki gelişmeleri doğru anlamamıza yardımcı olacak... İktidarda olduğu 14 yıl boyunca, gücünü hep ülkeyi kutuplaştırarak artırmayı tercih etmiş olan Erdoğan, şimdi neden “milli birlik” ihtiyacı duyar oldu? Bu “darbe barışı”, Gülencilerin, sözde “ikinci darbe girişimi” ihtimaline karşı bir toplumsal ve siyasal caydırıcılık inşa etmeyi mi amaçlıyordu? Orduda ve devletin diğer güvenlik örgütlerindeki muazzam boyutlu tasfiyelerden sonra böyle bir ihtimal kalmış ise, neden olmasın... Lakin bu ihtimal sıfırlandı. O halde Erdoğan’ı “darbe barışı” arayışına iten gerçek nedeni Türkiye’de değil, dünyada aramamız gerekiyor.
Dünya 15 Temmuz başarısız darbe girişimine nasıl tepki verdi, ona bakalım... Bu hususta bir genelleme yapabiliriz: ABD ve Avrupa, bu darbe girişimini öncelikle Erdoğan’a karşı yapılmış bir hareket olarak algıladı. ABD ve Batı başkentlerinden darbe girişimine verilen tepkiler, resmiyetin zaruri çerçevesinin dışına çıkmadı ve ton bakımından asgari düzeyde kaldı. Batı medyası, genel olarak darbenin kendisine değil, Erdoğan’ın darbecileri cezalandırmak ve tasfiye etmek adına yaptıklarına odaklandı ve bu tedbirleri son derece kaygılı bir dille yansıttı.
Arap ve İslam âlemi de Erdoğan’ın beklediğini sandığımız türden bir canlı ve coşkulu siyasi desteği sunmadı kendisine. Sadece bu değil...
Darbe girişimini izleyen ilk günden itibaren Erdoğan ve çevresinin gözleri ABD’ye çevrildi ve oradan gelecek işaretleri dikkatle izlemeye koyuldular. Bu arada bir dipnot düşelim: Su-24 krizi sonrası Rusya’sını bir istisna olarak kaydedersek, Erdoğan’ın dünyada gücünden çekindiği sadece bir ülke vardır ve bu da ABD’dir. Evet, Erdoğan 15 Temmuz’dan sonra ABD’ye baktı ve gördükleri kendisini çok tedirgin etti. 19 Temmuz’da ABD Başkanı Obama, Erdoğan’ı aradı. Bu görüşmenin Erdoğan’ın tedirginliği üzerinde bir etkisi olmuş mudur, elbette bilemeyiz. ABD’den algılanan tehdit, rejim yanlısı İslamcı Yeni Şafak gazetesinin Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün 19 Temmuz tarihli yazısının başlığına en çıplak haliyle yansıdı. Başlıkta, “ABD, Erdoğan’ı öldürmeye çalıştı” yazıyordu.
Buna karşılık, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın 24 Temmuz’da, “ABD’nin bu darbeyi Fethullah Gülen’in yaptığını, Obama kendi adını nasıl biliyorsa o kadar (iyi) bildiğinden eminim” diye konuşması da bir tehdit algısını içeriyordu. Gülen 1999’dan beri ABD’nin Pennsylvania eyaletinde sürgünde yaşıyor. Darbeyi izleyen ilk günden beri Gülen’in Türkiye’ye iadesi için Ankara’dan Washington’a çağrılar yapılıyor.
Velhasıl, Erdoğan’ın “darbe barışı” girişimi, kendisine yönelen tehdidin dış kaynaklı olduğuna hükmetmesinin sonucunda somutlaştı. Erdoğan artık bu darbe girişimini yerel değil, dünya ölçeğinde okuyor. Dünyada alabildiğine yalnızlaştığını bu darbe girişimi vesilesiyle gördü. Öyle olmasaydı 23 Temmuz’da, “(Darbede) Ölseydik, batılı dostlarımız zil takıp oynayacaktı” demezdi.
Erdoğan, kaynağına ABD’yi yerleştirdiği bu tehdide, sadece partisi ve taraftarları ile karşı koyamayacak durumda olduğunu kısa sürede kavradı ve pozisyonunu bu ani güç kaybından doğan ihtiyaca göre hızlı biçimde gözden geçirdi. Şimdi “darbeye karşı demokrasiyi savunma” söylemi etrafında CHP ve MHP’yi angaje ettiği bu iş birliği zemininde, aslında bu dış tehdidi göğüslemeye çalışıyor. 9 Ağustos’ta Devlet Başkanı Putin’le görüşmek üzere Rusya’ya yapmayı planladığı ziyaret de aynı çabanın ürünü.
Sanılmasın ki bu başarısız darbe girişimi Erdoğan’ı olumlu yönde değiştirdi... O sadece, ileride telafi etmek üzere bazı geri adımlar atmak zorunda kaldı. Türkiye’de demokrasi için umutlanmanın henüz zamanı değil.