Türkiye kamuoyu 17 Aralık sabahından beri Başbakan Erdoğan ve partisi AKP ile birlikte ülkenin de geleceğini doğrudan ilgilendiren, çok boyutlu ve büyük bir yolsuzluk operasyonunun yarattığı şok dalgalarıyla sarsılıyor.
Hükümetin, yaptıkları iş kadar Başbakan Erdoğan’a yakınlıkları nedeniyle de önemli olan dört bakanına yönelik astronomik rüşvet suçlamaları söz konusu.
Bu bakanlar şunlar: Erdoğan Bayraktar (Çevre ve Şehircilik), Muammer Güler (İçişleri), Zafer Çağlayan (Ekonomi), Egemen Bağış (Avrupa Birliği).
Listedeki ilk üç bakanın oğulları, rüşvet ve nüfuz ticareti suçlamasıyla 17 Aralık sabahı polis tarafından gözaltına alındılar. Bakan oğulları bu yazının yazıldığı 19 Aralık günü polis sorgusundaydı.
İstanbul polisi aslında birbiriyle doğrudan ilişkili olmayan üç ayrı yolsuzluk operasyonunu aynı gün başlattı ve toplam 52 kişiyi gözaltına aldı.
Birinci operasyonun odağında Reza Zarrab adlı Azeri asıllı bir İranlı var. Kamuoyuyla paylaşılan bilgilerden Zarrab’ın İran’a Rusya ve Çin üzerinden nakit para kaçakçılığı ile uğraştığı anlaşılıyor. Zarrab’ın İçişleri Bakanı Güler, Ekonomi Bakanı Çağlayan ve AB Bakanı Bağış’la doğrudan ya da oğulları aracılığıyla rüşvet ve usulsüz çıkar ilişkileri kurduğu, bu çerçevede bakanlara bugünkü kur değeri üzerinden toplam 63 milyon dolar tutarında rüşvet dağıttığı öne sürülüyor.
Gazetelere soruşturma hakkında yansıyan bilgilere göre Çağlayan 51,5 milyon dolar, Güler 10 milyon dolar, Bağış ise 1,5 milyon dolar rüşvet almakla suçlanıyor.
Güler ve Bağış’ın rüşvet ilişkileriyle ilgili polis tarafından tespit edilmiş telefon ve görüntü kayıtları 19 Aralık tarihli Taraf gazetesinde yayımlandı.
İkinci operasyonun odağında ise Başbakan’a bağlı Toplu Konut İdaresi’nden (TOKİ) sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar var. Bayraktar, bakan olmadan önce kamu destekli toplu konut yatırımlarının koordinasyonunu yapan yetkili ve güçlü kuruluş TOKİ’nin başkanıydı.
Bu soruşturma kapsamında gözaltına alınan 22 kişi arasında TOKİ ihalelerinden büyük paylar aldıkları ve iktidara yakın oldukları bilinen üç büyük inşaat firmasının sahipleri Ali Ağaoğlu, Emrullah Turanlı ve Osman Ağca’nın yanı sıra Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar ve bazı bürokratlar bulunuyor. Bu kişiler hakkında yasaya aykırı ve usulsüz imar faaliyetlerinde bulunmak, rüşvet almak ve vermek gibi suçlamalar söz konusu.
Üçüncü operasyon ise İstanbul’da AKP’nin elindeki Fatih İlçe Belediyesi’ne yapıldı ve Belediye Başkanı Mustafa Demir başta olmak üzere toplam 32 kişi gözaltına alındı. Soruşturulan iddialar arasında, İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarını deniz altı tüneliyle birleştiren raylı ulaşım sistemi Marmaray’da çökme riski yaratacak bir inşaat projesine milyonlarca dolar rüşvet karşılığında imar yetkisi verilmesi yer alıyor.
Bu üç soruşturmanın koordinasyonunu yapan savcı ise Türkiye’deki askeri vesayetin operasyon ve davalar yoluyla tasfiyesi sürecini yakından izleyenlerin tanıdığı bir isim: Zekeriya Öz.
Zekeriya Öz, darbe ortamı hazırlamaya yönelik eylemlilik içinde olmakla suçlanan eski asker ve sivillerin yargılandığı Ergenekon ile sanıklarının çoğunluğunu Cemaat’i hedef alan gazetecilerin oluşturduğu OdaTV davası soruşturmalarının eski özel yetkili savcısıydı.
Gözaltılar başlayana kadar hükümetten başarıyla gizli tutulan 17 Aralık operasyonlarının iki boyutu var.
Birincisi, hükümeti ve dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ı ciddi sorumlulukla yüz yüze bırakan muazzam yolsuzluklar...
İkincisi, bu yolsuzlukların bağımsız, tarafsız, profesyonel ve idealist savcıların faaliyeti sonucu olarak değil de Erdoğan’ın AKP’si ile Gülen Cemaati arasındaki kavga ve hesaplaşmanın ulaştığı dramatik aşamanın tezahürü olarak ortaya dökülmesi...
Bu boyutlardan biri diğerini ortadan kaldırmaz ya da değiştirmez.
Yolsuzluk, yolsuzluktur. Üzerine gitmeyenin meşruiyeti tartışılır.
AKP-Cemaat kavgası da eski iktidar ortakları arasındaki bir güç mücadelesidir.
Bu teşhisi koymak için bilinçli bir medya okur-yazarı olmak yeterli.
17 Aralık operasyonu başladığından bu yana öncelikle Cemaat’e yakın medya, soruşturmayla ilgili aslında gizli tutulması gereken birçok bilgiyi geniş şekilde haberleştiriyor.
Buna mukabil iktidar medyası ise yolsuzluk suçlamalarını, delil teşkil eden bulguları ve medyaya servis edilen görüntüleri neredeyse hiç haberleştirmiyor ve öncelikle bu operasyonun devlet içinde yuvalanmış dış bağlantılı bir çete tarafından iktidarı yıkmaya yönelik kirli bir komplo olduğu iddiasını yayıyor.
İki türdeş olmayan güç, Erdoğan AKP’si ve Cemaat arasındaki bu asimetrik kavga son zamanlarda, devlet içinde cereyan eden bir iç savaşı andırmaya başladı.
Ve öyle görünüyor ki bu kavganın bir kazananı olmayacak.
Dolayısıyla en çok kimin kaybedeceği daha önemli.
Şu an için görünen, en büyük ve en ağır kayba uğrayanın Başbakan Erdoğan ve iktidarı olduğudur.
Ve şu soru sorulabilir: Bu, zanlıları ayrı ama ortak paydası AKP iktidarı ve bakanlarının yolsuzlukları olan üç farklı operasyon neden aynı gün yapıldı?
Bu soruya Türkiye gerçeklerinin mantığı dairesinde verilebilecek cevap şudur: Operasyonlardan hangisi önce yapılsaydı, geriye kalan ikisi gerçekleştirilemezdi çünkü hükümet bunlara engel olurdu.
Nitekim, hükümet kanadı soruşturmaya müdahale etmekte gecikmedi.
Soruşturmayı yürüten iki savcının böyle bir talebi olmadığı halde, 18 Aralık’ta İstanbul Başsavcılığı tarafından ilgili dosyalara iki savcı daha ilaveten atandı.
Bir başka ilginç uygulama ise polis teşkilatında vuku buldu. İstanbul ve Ankara’da toplam 29 polis şefi görevlerinden alındı. Bu tasfiyelerle, operasyonu üstlerinden gizleyen polis şeflerini cezalandırmak ya da Cemaat’e yakın olduğu sanılan polisleri tasfiye etmek kadar, soruşturmaların daha da derinleştirilmesinin önüne geçme amacının da güdüldüğü yorumu yapılıyor.
Bütün bunlar AKP iktidarı hasar kontrolü yapmaya çalıştığının işaretleri.
Biz ise artık, 17 Aralık operasyonlarının iktidara şimdilik verdiği hasarın bir dökümünü yapabiliriz.
Başlayalım...
Bir: Bu soruşturmalar sonucunda Başbakan Erdoğan ve partisi, birincisi 30 Mart 2014’teki yerel seçim olmak üzere, bunu takip edecek cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerle 2015’in ortasına kadar devam edecek son derece hassas bir siyasi sürecin arifesinde çok kritik bir yara aldı; ciddi itibar kaybına uğradı. Bu durum muhafazakar seçmende yılgınlık yaratabilir ve sandığa AKP açısından olumsuz yansıyabilir.
İki: Hükümet kendi üyelerine yönelik, üstelik de inkarı mümkün görünmeyen delil ve görüntülerle desteklenen bir yolsuzluk soruşturmasına müdahale ederek meşruiyetine gölge düşürdü. Bu müdahale görüntüsü yerel seçim yaklaşırken devam ederse itibar kaybına paralel oy kaybı da meydana gelir.
Üç: İktidar, soruşturma karşısında enerjik bir tavırla bakanlarının suçsuzluğunu savunamadı. Bu da suçlamaların doğru olduğu izlenimini yarattı.
Dört: AKP Türkiye’sinin bir numaralı tabusu olan “yolsuzluk tabusu” yıkıldı. Türkiye’de 2008’den beri iktidarın ana akım medyaya uyguladığı baskı sonucu yerleşen oto-sansür rejimi nedeniyle, medyada iktidarın yüksek çıkarlarına zarar vermesi muhtemel tek bir yolsuzluk haberi yayımlanmıyordu. Bu aldatıcı tabloya bakan ilgisiz biri Türkiye’de yolsuzlukların tarihe karıştığını sanabilirdi. 17 Aralık operasyonu tam tersine yolsuzlukların çok yaygın ve çok vahim boyutlara vardığını gösterdi.
Beş: “Yolsuzluk” tabusuna bağlı olarak ana akım medyadaki oto-sansür vasıtasıyla yerleşmiş bir diğer tabu da iktidar ailelerinin iş ilişkileri, yatırımları, para harcama alışkanlıklarıyla ilgiliydi. Bu konularda ana akım medyada tek bir habere bile rastlamak mümkün olmuyordu. “İktidar aileleri” tabusu da yıkıldı.
Altı: AKP iktidarının ödeme güçlüğü içine giren işadamlarının devlet tarafından el konulan gazete ve televizyonlarının yandaş sermaye gruplarına ikram edilmesiyle oluşturduğu “yandaş medya düzeni” çökmese de bu soruşturmalar bağlamında işe yaramaz hale geldi. İktidarın sansürcü baskısı haber akışını durduramadı.
Bu yazıyı bitirdiğimde görevden alınan polislere İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın da eklenmişti.