Ana içeriğe atla

Türkiye’nin AB bakanı hayal aleminde mi yaşıyor?

Turkey's EU Affairs Minister Egemen Bagis talks during an interview with Reuters in Istanbul June 26, 2012. Turkey expects France to unblock talks that are essential if it is ever to join the European Union, now that Socialist President Francois Hollande has replaced Nicolas Sarkozy who was outspoken in opposing the Muslim country's bid to join the bloc. Picture taken June 26, 2012. To match Interview TURKEY-EU/ REUTERS/Murad Sezer (TURKEY - Tags: POLITICS) - RTR3483U
Oku 

Bir bakanın kendi portföyünü zora sokan açıklamalarda bulunması elbette ki alışılmış bir durum değil. Türkiye’nin AB Bakanı ve Baş Müzakerecisi Egemen Bağış’ın ülkesinin büyük olasılıkla hiç bir zaman AB üyesi olamayacağını, buna karşın bir gün Norveç gibi üye olmadan Birlik ile ilişkili olacağını belirtmesi bu nedenle dikkat çekicidir.

Ukrayna’nın Yalta kentinde geçtiğimiz günlerde düzenlenen AB konulu bir konferans sırasında konuşan Bağış’a soracak olsanız, Türkiye’nin AB üyeliğini zora sokan tek neden var. O da son olarak Olimpiyat oylamasında da ortaya çıkan Müslüman karşıtlığı ve önyargılar. Özetle Bağışa göre Batı’daki bu önyargılar dağılmadıkça Türkiye’nin tam üyeliği zor görünüyor.

Avrupa’da bugün bu önyargıların olmadığını iddia etmek elbette ki saflık olur. Bunları besleyen başlıca unsurun günümüzde antisemitizmin yerine almış olan “İslamofobi” olduğunu inkar etmek de güç. Avrupa’nın kendi tarihi de zaten, ekonomik çöküntü, toplumsal özgüven kaybı ve siyasal istikrarsızlık dönemlerinde yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi sosyal patolojilerin hortladığını en acı şekilde göstermiştir.

Fakat Avrupa’da bu çirkin olgunun bugün de kendisini çeşitli düzeylerde ve farklı şekillerde belli ediyor olması Bağış’ın sözlerini tek başına haklı kılıyor mu? Burada sorulması gereken asıl soru budur. Özetle Türkiye’nin kendisi, bugün durma noktasına gelmiş olan AB perspektifi uğruna üzerine düşenleri zamanında ve gerekli şekilde yapmış mıdır?

Türkiye kuşkusuz son 10 yıl zarfında ekonomik açıdan kuantum adımlar atmıştır. Bugün dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alması nedeniyle de G-20 üyesidir. Öte yandan, geçmişte dört darbe gerçekleştirmiş olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasete bulaşmasının son erdirilmesinde olduğu gibi, demokrasi açısından da önemli adımlar atılmıştır.

Türkiye’nin kanayan yarası olan ve on yıllar boyunca adının telaffuz edilmesi dahi yasak olan Kürt sorunu açısından atılan ileri adımları da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bunların Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı zamanında gerçekleştiği de doğrudur. Fakat Türkiye’nin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık telaffuz ettiği “ileri demokrasiye” geçişi sadece bu iki kalemden ibaret olabilir mi?

Bağış gibi hükümet üyeleri bu eleştiriyi şiddetle reddetseler bile bugün Türkiye’nin hala, bırakın “ileri demokrasiyi,” “standart demokrasi” açısından ciddi sorunları var. Örneğin Türkiye bugün, kendisini “gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi” diye niteleyen, “Sınır Tanımayan Gazeteciler” örgütünün “2013 Basın Özgürlüğü Endeksi”nde Irak, Birmanya ve Gambiya gibi ülkeleri geride bırakarak, 154üncü sırada yer alıyor. Aynı endekste Bağış’ın örnek gösterdiği Norveç ise üçüncü sırada yer alıyor.

Dünyaca tanınmış bir piyano virtüözü olan Fazıl Say’ı, bir tweetinde Ömer Hayyam’a hakaret ettiği ve İslam’ı aşağıladığı gerekçesiyle (ki kendisi bu ithamı reddediyor) yargılıyor olması bile Türkiye’nin demokratik yetersizliğin ortaya koymaya yetiyor. Sonuç itibariyle Türkiye’nin bugün fikir özgürlüğünün sınırları olduğunu savunan bir başbakanı var. Fakat fikir özgürlüğünün sınırları varsa, o zaman kendisini iktidara getiren demokrasinin de sınırları var demektir.

Oysa, bir çok kişiye göre “çoğulculuk” (pluralism) ile çoğunlukçuluk (majoritarianism) arasındaki farkı gözetmeyen “Erdoğan - özellikle Mısır’daki darbe bağlamındaki söylemine bakılırsa – kendi tanımına sığan demokrasinin sınırları olabileceğini reddedenlerin başında geliyor. 

Bugün Türkiye aynı zamanda yüzde 10 gibi hiç bir AB üyesinde görülmeyen yükseklikteki bir seçim barajıyla yönetiliyor ki, bunun ileri demokrasi ile bağdaşmadığı aşikar.

Türkiye aynı zamanda polis şiddetinin ve işkencenin kökünü kazıyıp bu suçu işleyenlere karşı aktif mücadele veren bir ülke konumunda değildir. Tam aksine Gezi Parkı olayları sırasında gösteri yapan normal vatandaşlara karşı aşırı şiddet uygulayan polisler Erdoğan tarafından “kahraman” ilan edilebiliyor.

Bağış’ın “Olimpiyatları Müslüman karşıtlığı nedeniyle bize vermediler” anlamına gelen sözlerine gelince, acaba Buenos Aires’te bu konudaki oylama yapılırken dünyanın dört bir yanından gelen Uluslararası Olimpiyat Komitesi (OIC) üyeleri sadece bu nedenle mi Tokyo’yu İstanbul’a tercih ettiler?

Gezi olayları taze hafızalardayken oylamanın yapıldığı gece polisin Ankara’daki Ortadoğu Teknik Üniversitesinde göstericilere karşı aşırı şiddet uyguluyor olmasının, aynı sıralarda Türkiye’nin Suriye’den gelecek olası kimyasal saldırı veya terörizme karşı tedbirler alıyor olmasının OIC üyeleri üzerinde hiç mi etkisi olmadı?

Keza, oylamadan önceki haftalarda sayısız Türk sporcusunda doping izlerine rastlanmış olmasının da mı hiç bir etkisi olmadı IOC’nin kararında? Bunlar yetmiyormuş gibi bugün Avrupa’dan Türkiye’ye bakıldığında içkiden farklı yaşam tarzlarına kadar uzanan müdahaleci bir İslamcılığın yayılmakta olduğu görülüyor.

Türkiye içinde de bu nedenle ciddi huzursuzluklar baş göstermiş bulunuyor. Hükümetin, laik düzenin tehlikede olduğunu düşünen vatandaşları, “uluslararası faiz lobisi” gibi, antisemitizm kokan, hayali odakların güdümünde olmakla suçlaması ise bu huzursuzluğu örtbas etmeye yetmiyor.

Bütün bunlar, özellikle sadık İslamcı tabanı nezdinde yaratmaya çalıştığı izlenimi bozduğu için Erdoğan hükümetinin sevmediği hususlardır. Fakat bu soruları ve sorunları göz ardı ederek Avrupa’daki ırkçılığı Türkiye’nin AB perspektifinin önündeki tek engel olarak göstermeye çalışmak samimiyetsizliğe işaret etmiyor mu?

Bugün Avrupa’da “büyük görüntüye” binaen ve ileriye dönük stratejik nedenlerden dolayı Türkiye’nin AB üyeliği fikrini her şeye rağmen destekleyen hükümetler, partiler ve odaklar var. Özetle görüntü Bağış’ın sözlerini haklı çıkaracak kadar “ak ve kara” değil.

Türkiye açısından da AB perspektifi kolay yabana atılabilecek, “vazgeçtim oynamıyorum” demesine olanak sağlayacak bir şey değil. Ankara’nın uzun vadeli selameti hala bu perspektifte yatıyor. Bunu söylerken Türkiye illa “AB üyesi olmalı” da demiyoruz.

Sadece AB’nin değil, Türkiye’nin de uyum sağlamakta zorlandığı kültür farklılıklarından tutun, Türkiye’nin hacimsel büyüklüğü gibi faktörleri “önemsiz” diye bir yana atmak elbette ki mümkün değil. Başka bir deyişle, Bağış’ın dediği gibi Türkiye belki hiç bir zaman AB üyesi olamayacak.

Kaldı ki, son yoklamaların da gösterdiği gibi, Avrupa’daki ırkçılık ve AB’deki büyük ekonomik kriz, Birliğin Türkler gözündeki itibarını zaten zedelemiş bulunuyor. Bir çok Türk, “Yunanistan’ın, İspanya’nın durumuna baksanıza üye olup da ne kazanacağız?” diyor bugün.

Fakat, sokaktaki adam ve kadın için esas itibariyle “aş ve iş” kaynağı olarak görülse de, AB’nin Türkiye için önemi aslında hiç zaman bundan ibaret olmadı. Nitekim son 10 yıl, Türkiye’nin hem kendi içindeki potansiyeli harekete geçirmek suretiyle, hem de AB dışındaki çeşitli dayanaklarla ekonomisini geliştirebileceğini gösterdi.

AB’nin Türkiye için önemi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de sık sık işaret ettiği gibi, getirdiği ileri demokrasi, insan ve azınlık hakları, fikir özgürlüğü gibi artık evreselleşmiş olan kültürler üstü değerlerde yatıyor. Norveç örneğine dönecek olursak Türkiye, Bağış’ın iddia ettiği gibi, bir gün Norveç’in konumunda olacaksa, o gün zaten AB’ye ihtiyacı kalmayacaktır. 

Aynen Norveç için olduğu gibi, en ileri demokrasiye ve ekonomiye sahip olan buna ek olarak üç kıtaya penceresi bulunan bir ülke olarak AB Türkiye için o mutlu gün geldiğinde ayak bağı dahi olabilir. Ancak Bağış’ın inandırıcı olması için, AB gibi bir lokomotif güç olmadan Türkiye’nin, bırakın üç-dört yılı, önümüzdeki 25 yıl zarfında Norveç’teki standartları nasıl yakalayacağını da anlatması gerekiyor.

Öte yandan AB perspektifinin Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı ve etkinliği açısından

önemini de göz ardı etmek mümkün değil. Barın Kayaoğlu’nun Al-Monitor için kaleme aldığı 23 Eylül tarihli yazısında da vurguladığı gibi “Türkiye’nin Ortadoğu’ya gücünü yansıtmasıyla olası AB üyeliği arasında yakın bir bağ var. Avrupa perspektifi olmayan bir Türkiye Ortadoğu’da daha zayıf bir aktör olmaya mahkum olur.”

Kayaoğlu’nun sözlerine şu eklenebilir: Burada Türkiye’nin “AB üyeliği”nden ziyade “Avrupa perspektifi” önemlidir. Bu perspektif de özü itibariyle demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi hususlarla ilgilidir. AKP’lilerin ırkçılık ve İslamofobi bağlamında işaret ettikleri gibi, Avrupa’nın kendisi bile bu açıdan yer yer sınıfta kalıyor.

Fakat Avrupa’daki bu durum, Türkiye’nin bu açılardan AB’nin mevcut düzeyini yakaladığını göstermez. Avrupa bu “kötü” haliyle bile Türkiye’nin yıllarca ötesinde. Ortadoğu ise bu standartların 10 yıllarca, hatta bazı hallerde yüzyıllarca, gerisinde bulunuyor.

Bölgedeki özlem ise Türkiye’nin bir gün AB üyesi olmasından çok, bir gün AB’nin ileri demokrasi ve insan hakları standartlarını yakalamasıdır. Başka bir deyişle , bu standartları yakalayamamış olan bir Türkiye’nin Bağış’ın şartlarına göre AB üyesi olarak kabul edilmesi, büyük olasılıkla Ortadoğu’da demokrasi ve insan hakları özlemi içinde olanların da işine gelmeyecektir.

Fakat, tekrarlamak gerekiyorsa, Bağış’ın, AB’nin lokomotif gücü olmadan Türkiye’nin Norveç’teki standartları tek başına nasıl yakalayacağını açıklaması gerekiyor. Öte yandan kendisi Türkiye’nin bu standartları daha şimdiden yakaladığına inanıyorsa, ne yazık ki hayal aleminde yaşiyor.

 

Access the Middle East news and analysis you can trust

Join our community of Middle East readers to experience all of Al-Monitor, including 24/7 news, analyses, memos, reports and newsletters.

Subscribe

Only $100 per year.