Ana içeriğe atla

Yargı Türkiye’nin otoriterleşmesine direniyor

Türk mahkemelerinden özgürlükleri savunan, siyasal iktidarı sınırlandıran kararların çıkması, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, yargının Türkiye’de önemli bir fren ve denge mekanizması olabileceğini gösteriyor.
An image of Turkish Prime Minister Tayyip Erdogan on a twitter account is pictured through a magnifying glass in this illustration picture taken in Istanbul March 21, 2014. Turkey's courts have blocked access to Twitter days before elections as Prime Minister Tayyip Erdogan battles a corruption scandal that has seen social media platforms awash with alleged evidence of government wrongdoing. The ban came hours after a defiant Erdogan, on the campaign trail ahead of key March 30 local elections, vowed to "wi
Oku 

Tam da beklendiği gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı olmak için adaylığını resmen açıkladı. Ancak Erdoğan’ın kendisinden önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi “denge” gözeten bir profil çizmeyeceğini biliyoruz. 
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, askerler, Cumhurbaşkanının hep kendilerinden birisinin seçileceği varsayımıyla, “gerektiğinde” kullanılmak üzere Anayasada Cumhurbaşkanları için parlamenter rejimin sınırlarını zorlayan “yetkiler” getirmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Cumhurbaşkanının genelkurmay başkanını atamaktan, bakanlar kuruluna başkanlık etmeye ve hatta Parlamento seçimlerini yenilemeye kadar pek çok yetkisi var. Ancak Cumhurbaşkanı Gül ve ondan öncekiler, bu yetkileri sadece “sembolik” düzeyde kullandılar. Kritik konularda alınacak kararları hükumete ve başbakana bıraktılar. Ki Türkiye’nin parlamenter hükumet sistemi de cumhurbaşkanlarının ikinci planda kalmasını gerektiriyordu.
Ancak önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde bütün bu dengelerin değişeceği açık bir şekilde görünüyor. Erdoğan, pek çok defa yaptığı açıklamalarda aday olması ve seçilmesi halinde cumhurbaşkanının bütün yetkilerini kullanacağını söylemişti. Parlamento tarafından seçilen önceki cumhurbaşkanlarından farklı olarak, doğrudan halkoyuyla seçilmek de Erdoğan’ın kendisine biçtiği rolü oynamasını kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla Erdoğan’ın seçilmesi halinde Türkiye’nin, cumhurbaşkanının öne çıktığı fiili bir “yarı başkanlık” rejimine geçeceği söylenebilir. Erdoğan’ın partisi ve hükumet üzerindeki mutlak kontrolü düşünülecek olursa eğer, onun seçilmesi halinde sadece aşırı yetkili bir cumhurbaşkanlığı rolünün değil, başbakanlık ve iktidardaki AK Parti başkanlığı rollerinin de onun tarafından oynanacağını söyleyebiliriz. Nitekim hükümete yakın Yeni Şafak gazetesinin bildirdiğine göre Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamadan sadece üç dört gün önce partisinin il başkanları ile yaptığı toplantıda “lideriniz olarak ben buradayım. Siz başınıza yeni bir lider aramayacaksınız” diye uyarıda bulundu. Açıktır ki, bu sözleriyle kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olması ve hatta seçilmesinin ardından parti içindeki muhtemel yeni bir lider arayışının önünü şimdiden kesmeye çalışıyordu. 
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeterince yüksek bir oy alması halinde de, muhtemelen bir “baskın” erken seçime gidilecek ve ardından da, AK Parti çevrelerinin uzun süreden beri bir “arzu” olarak ifade ettikleri Türkiye’nin başkanlık sistemine geçişi, Anayasa değiştirilerek gerçekleştirilecektir. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, 31 Mayıs günü yaptığı bir açıklamada, partilerinin Cumhurbaşkanı adayının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu belirttikten sonra, Türkiye’deki hükümet sistemini değiştirme yönündeki düşüncelerini şu sözlerle ifade ediyordu: “2015 seçimlerinde AK Parti’yi parlamentoya daha güçlü şekilde sokarak, anayasayı değiştirip, Türkiye’ye başkanlık sistemini getireceğiz. Böylece Cumhurbaşkanı seçilen başbakanımız Erdoğan, aynı zamanda partili bir kişi olarak, başkan olarak, milletimize 2023 yılına kadar hizmet edecektir.”
Bu durumda, Anayasa değiştirilerek tamamen Türkiye’ye özgü bir başkanlık rejimi yaratılacak. AK Parti’nin daha önce gündeme getirdiği “başkanlık sistemi” tartışmalarından da bildiğimiz gibi, bu, örneğin ABD’de olduğu gibi sert kuvvetler ayrılığı üzerine kurulu bir sistem olmayıp, başkanın süper yetkilerle donatıldığı daha çok “başkancı” bir sistem olacak. AK Parti’nin öngördüğü başkanlık sisteminde başkanın Meclisi dağıtmak gibi yetkileri de bulunuyor. AK Parti’nin önerdiği başkanlık sistemini detaylı bir şekilde inceleyen, Anayasa Hukuku Profesörü Ergun Özbudun, “Bu sistem, kararnamelerle yönetim imkânı sağlıyor. ABD’de bu tasavvur bile edilemez. Bazı şartlarda Meclis’i fesih yetkisi sağlıyor... Dolayısıyla kuvvetler ayrılığından ve dengelerden eser kalmıyor” diyor.
Kısacası, Erdoğan’ın yüksek bir oyla Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda, muhtemeldir ki, Türkiye son yıllarda ortaya çıkan “otoriter” yönetim eğilimlerinin kurumsallaşmasına ve bütün siyasal sisteme egemen olmasına tanık olacak. 
Ancak Erdoğan ve sistem otoriterleşirken hiçbir dirençle karşılaşılmayacağını düşünmek de hayalcilik olur. 2013 yılında ilk önce İstanbul’da Gezi parkındaki ağaçların sökülmesiyle başlayan ve ardından bütün ülkeye yayılan protestolar doğrudan doğruya Erdoğan’ın otoriter eğilimlerini hedef alıyordu. Kitlesel protestoların yanı sıra, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, yargının da Türkiye’de önemli bir fren ve denge mekanizması olabileceği görülüyor. 
Hükümetin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda gerçekleştirdiği değişiklikler ve bu yolla yargı üzerinde gerçekleştirdiği büyük baskıya rağmen, Türk mahkemelerinden özgürlükleri savunan, siyasal iktidarı sınırlandıran kararlar çıkıyor. Anayasa Mahkemesi’nin Twitter ve YouTube’un açılması için verdiği kararlar, idare mahkemesinin başbakanın muhtemelen başkanlık sarayı olarak planladığı ve Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği üzerine inşa ettiği devasa kompleks için verdiği yürütmeyi durdurma kararları bunlara örnek olarak verilebilir. 
Pazartesi günü Radikal gazetesinden İsmail Saymaz’ın haberi yargının otoriterleşmeye karşı geliştirdiği direnişin hiç beklenmedik yerlerde ve anlarda da kendisini gösterebileceğini ortaya koyuyor. Habere göre, Türkiye’nin batısındaki Aydın ilinde 1. Sulh Ceza Mahkemesi, “Katil Erdoğan” sloganı atan göstericilerin yargılandıkları davada, sadece ifade hürriyetlerini kullandıklarına ve kendilerine bir ceza verilemeyeceğine karar veriyor. 
Türkiye’nin bir kentinde küçük bir mahkeme tarafından verilen bu karar aslında paradoksal bir şekilde bu hükumetin geçmişte yaptığı bazı reformların gelecekte onu hiç ummadığı şekil ve formlarda frenleyebileceğini gösteriyor.
Aydın 1. Sulh Ceza Mahkemesi (2014/265 Esas, 2014/644 Karar), Başbakan Erdoğan’ın avukatları aracılığıyla “şikâyetçi” olarak katıldığı davada, Gezi protestoları sırasında “Katil Erdoğan” sloganları atan göstericilere ceza verilemeyeceğine şu hususlara dikkat çekerek karar verdi:
 “Dava konusu sözlerin sokakta sıradan bir vatandaşa söylenmesi halinde hakaret olarak nitelendirilebileceği ancak seçilmişlerin daha toleranslı olmalarının beklendiği, katılanın (şikâyetçinin) başbakan olarak sahip olduğu kudret, ayrıcalıklı hak ve yetkiler dikkate alındığında aynı oranda önemli ve geniş sorumlulukları yüklenmiş olduğu, sorumluluklar çerçevesinde kendisine yalnızca zararsız ve lehte eleştiriler değil, kırıcı, şoke eden ya da rahatsız edici bilgi ve düşüncelerin de ifade edilebileceği…
“‘Katil Erdoğan’ sözünün kaba ve provokatif olduğu kabul edilse bile bunların kamuoyuna yansımış Gezi olayları olgusuna dayandığı, sözlerin slogan şeklinde yaygın olarak kitleler tarafından söylenmesi için yeterli ölçüde olgusal dayanağının bulunduğu, sanıkların bu olguya dayanan değer yargılarını bu şekilde keskin ve dikkat çekici bir dil kullanarak ifade ettikleri...” 
Aydın Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararını verirken bütünüyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ifade hürriyetiyle ilgili kararlarını kendisine dayanak aldığı görünüyor. Aslında paradoksal bir şekilde, mahkemenin bu özgürlükçü kararının Erdoğan başkanlığındaki hükumetin bir başarısı olduğu söylenebilir.
Bu hükumet, 2004 yılında Anayasayı değiştirerek, uluslararası hukukla ulusal hukuk arasında bir çatışma olması halinde uluslararası hukukun uygulanacağını düzenleyen hükümler getirdiği gibi, 2010 yılında da Anayasa Mahkemesi’ne “bireysel başvuru” hakkını tanıyarak Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi fonksiyon icra etmesini de sağlamıştı. 
Gerek Anayasa Mahkemesi’nin ve gerekse Aydın Sulh Ceza Mahkemesi gibi “sıradan” mahkemelerin verdikleri özgürlükçü kararlarda bu reformların çok büyük bir payı bulunuyor. Ancak Erdoğan’ın sürekli olarak mahkemelerden şikâyet etmesinden dolayı bildiğimiz gibi, dün yaptıkları reformlar bugün hükumetin canını sıkıyor. Çünkü yargı Erdoğan ve AK Parti hükumetinin otoriter eğilimleri karşısında neredeyse tek “kurumsal” engel gibi duruyor. 
Erdoğan’ın giderek bir “tek adam” rolüne büründüğü Türkiye’de, bundan sonra en büyük gerginliklerin hükümet ve yargı arasında yaşanacağını tahmin etmek bir kehanet olmasa gerek.

Access the Middle East news and analysis you can trust

Join our community of Middle East readers to experience all of Al-Monitor, including 24/7 news, analyses, memos, reports and newsletters.

Subscribe

Only $100 per year.