Ana içeriğe atla

Türkiye’nin Erdoğan sorunu büyüyor

Erdoğan’ın yerel seçimlerden aldığı güç, ona ülkesini ve kendisini kuşatan sorunları çözmeye yardımcı olmadığı gibi tepkilerinin sertleşmesi yüzünden bu sorunların daha da içinden çıkılmaz hale gelmesine neden oluyor.
Turkey's Prime Minister Tayyip Erdogan addresses members of parliament from his ruling AK Party (AKP) during a meeting at the Turkish parliament in Ankara April 29, 2014. REUTERS/Umit Bektas (TURKEY - Tags: POLITICS) - RTR3N1XI
Oku 

Türkiye’deki 30 Mart Yerel Seçimleri gerçekte bir yerel seçim değil, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi yönetme ehliyetine sahip olup olmadığının oylandığı fiili bir referandumdu...

Bir yıl önceki Gezi isyanını kışkırtan otoriter tepkisiyle başlayarak, “17 Aralık” yolsuzluk operasyonları ve paralelinde iktidarın kirli ilişkilerini teşhir eden telefon konuşması kayıtlarının birbiri ardına internete konulması neticesinde derinleşen bir meşruiyet kaybı sarmalına kapılmış Erdoğan için “30 Mart seçimleri” hayat öpücüğü işlevini gördü.

30 Mart seçimlerinde Erdoğan’ın oy kaybı kendisini çevreleyen bütün bu sıra dışı olumsuzluklara rağmen beklenenin altında gerçekleşti. Partisinin 2011 genel seçimlerinde aldığı yüzde 50 oranındaki oyla, 30 Mart seçimlerindeki tek mukayese kriteri olarak dikkate alınması gereken belediye meclisleri için kullanılan oyun yüzde 43,3 olarak gerçekleşmesi sadece yüzde 6 küsur gibi düşük bir kaybı işaret ediyor.

Bakınız bu düşük kayıp, ya da başka bir ifadeyle beklenenin üzerinde alınan oy neleri değiştirdi:

Gezi ve onu izleyen “17 Aralık” sürecinin zemininde Erdoğan’ın “gidici” olduğu izlenimi Türkiye’de ve dünyada güçlenmeye başlamıştı; 30 Mart akşamı kendisinin pek de gidici olmadığı ortaya çıktı.

30 Mart öncesi kırılgan ekonomiden toplumsal kutuplaşmaya, tıkanmış dış politikadan Gülen Hareketi’yle yaşanan çatışmaya ve Erdoğan iktidarının dünyada yalnızlaşmasına kadar en geniş yelpazedeki bütün dinamikler negatifti. 30 Mart seçimleri bu dinamiklerin muhasarası altındaki iktidar cenahında psikolojik rahatlama ve özgüven duygusu veren bir “can simidi” efekti yarattı.
Gezi’de sergilediği otoriter yönetim ve söylem ile yolsuzluk vakalarının etkisi sonucu uğradığı meşruiyet kaybının karşısına 30 Mart’ta “sandık meşruiyeti” ile çıktı.

30 Mart öncesinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına yaygın bir biçimde artık ortadan kalkmış bir ihtimal olarak bakılıyordu; 30 Mart Erdoğan’a cumhurbaşkanı olma perspektifini yeniden kazandırdı.

Mamafih Erdoğan’ın 30 Mart’ta kazandığı başarı kendi siyasi kariyerinin önünü yeniden açmış gibi görünse de yukarıda bahsettiğim olumsuz dinamikleri olumluya çevirmedi. Bu ağır sorunlar 30 Mart’ın Erdoğan’ı güçlendirmiş olmasına rağmen yerli yerinde duruyor.
Dahası, Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve özgürlük açığı ise 30 Mart’ın neticesinde azalmak şöyle dursun büyüme eğilimine girdi.
Bunun son örneği Türkiye’nin istihbarat teşkilatına ülke vatandaşları ve kurumları üzerinde olağanüstü güç ve yetki sağlayıp, teşkilat üzerindeki kanun denetimini minimuma indiren otoriter MİT yasasının 25 Nisan’da Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanması oldu.

30 Mart’tan Erdoğan’ın güçlenerek çıkmasına bağlı olarak medya üzerindeki sansür ve muhalif gazetecilerin susturulması için sürdürülen baskı da hissedilir biçimde arttı.

Erdoğan, ülkeyi ve kendisini kuşatan sorunların ve negatif dinamiklerin birçoğunun birinci nedeni. Aynı zamanda, izlediği otoriter politikalar Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve özgürlük açığının da başlıca kaynağı...

Tüm saptamaların ışığında Erdoğan’ın bu haliyle Gezi isyanından çok daha önce Türkiye’nin en büyük sorununa dönüştüğünü söyleyebiliriz. 30 Mart seçimlerinin dolaylı bir sonucu ise Türkiye’nin Erdoğan sorununun daha da büyümesi olmuştur.
Çünkü daha da güçlenmiş bir Erdoğan, kendi yarattığı sorunlara çözüm üretmiyor.
 
Türkiye gibi dinamik ve hızlı bir değişim geçiren bir ülkenin 12 yıl gibi çok uzun sayılabilecek bir süredir başbakanı olan Erdoğan, Gezi isyanından bu yana sorun çözme kapasitesini tamamen yitirmiş bulunuyor. Bizatihi neden olduğu veya derinleştirdiği sorunlar karşısındaki otoriter ve keyfi tutumu ise kendisini sorunun kaynağı haline getiriyor. Bu Erdoğan o sorunları daha da derinleştiriyor ve çatışma üretiyor. Çünkü güç, onu daha buyurgan, daha tahammülsüz ve kibirli kılan bir faktör.

Ve şimdi görülen, 30 Mart sonuçlarının bu iktidara sağladığı rahatlatıcı efektin uzun ömürlü olamayacağıdır. 

Türkiye’nin en güçlü adamının aynı zamanda ülkenin “en büyük sorunu” olduğu, geçen 10 Mayıs’ta Ankara’da Danıştay’ın 146’ncı kuruluş yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törende de rejimin diğer bütün anormallikleriyle birlikte sembolizmin en üst düzeyinde kendisini gösterdi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan, bakanlar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ve ana muhalefet CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun protokolün haliyle en ön sırasında yan yana oturarak izlediği Danıştay törenindeki olayda yaşanan her durum ülkenin içinden geçtiği olağandışılığı yansıtır nitelikteydi.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu bu törende adet olduğu üzere bir konuşma yaptı. Feyzioğlu’nun salondaki en yüksek mevkideki devlet adamı olan Gül’e atfen, “Sayın Cumhurbaşkanım” diye hitap ederek yaptığı 50 dakika süren alışılmıştan uzun konuşmasının hedefi aslında Erdoğan’dı. Çünkü Feyzioğlu Erdoğan’ın nedeni ve sorumlusu olduğu sorunlardan bahsediyordu: Basın özgürlüğü açığı, sosyal medya yasakları, 1 Mayıs İşçi Bayramı’na getirilen kutlama kısıtlaması, MİT kanunu, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, yolsuzluk soruşturmalarının önlenmesi gibi...

Erdoğan benzer eleştirilere bu törenden 15 gün önce de doğrudan muhatap olmuştu. Anayasa Mahkemesi’nin 52’nci kuruluş yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törene katılmış ve bu sırada Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın kendisi ve hükümetinin hukuk dışı icraatını hedef alan konuşmasını dinlemişti. Haşim Kılıç, Erdoğan’ın, bakanlarının ve medyasının boy hedefi haline gelmişti ama tören bittikten sonra...

Feyzioğlu ise konuşmasının sonuncu paragrafına geldiğinde salondakiler Erdoğan’ın hiddetle bağırmaya başladığını duyarak irkildi. Başbakan, Barolar Birliği Başkanı’nı çok uzun konuşmakla, yalancılıkla ve edepsizlikle suçluyordu. Cumhurbaşkanı Gül’ün Erdoğan’ın elinin tutarak onu sakinleştirmek için çabaladığı görüntülere yansıdı.

Feyzioğlu’nun cümlelerini tamamlayınca Başbakan ayağa kalkarak kürsüye doğru bir-iki adım attı ve Baro Başkanı’na yüksek ve kızgın bir sesle itirazlarını sürdürdü. Ardından dönüp bir ara Gül’e bakarak vücut diliyle “Buyurun çıkalım” anlamında, eliyle kapıyı gösterdi. Başbakan Erdoğan maiyetiyle birlikte salondan çıkarken, ondan bir süre sonra ayağa kalkmış olan Gül ve yanındakiler de onu takip etti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel de birlikte...

Normal şartlarda anayasaya göre devletin ve yürütmenin başı sayılan Cumhurbaşkanı’nın huzurunda yapılan bir törende bir başbakanın kalkıp kürsüdeki konuşmacıya bağırıp çağırması devlet protokolünü alt üst eden bir güç gösterisiydi. Ancak daha vahimi başbakanın cumhurbaşkanını dışarı çıkmaya davet etmesi ve Gül’ün de bu davete uymasıydı. Bu salon terk etme hadisesi, o anda çökmüş bir devlet protokolü ve hiyerarşisinin yerini bir “tek adam rejimi”nin reel siyasi hiyerarşisinin aldığını gösteren gayet manidar bir koreografiydi ve maestro da Erdoğan’dan başkası değildi.

Türkiye’nin Erdoğan sorunu son olarak bir salonda değil, bu kez sokak ortasında yaşandı. Başbakan Erdoğan 14 Mayıs’ta, bir gün önce Türkiye tarihindeki en büyük maden faciasının yaşandığı Türkiye’nin batısındaki Soma ilçesini ziyaretinde halkın protestolarıyla karşılaştı. O gün ölü sayısı 200 olmuştu ve Soma’da halkın faciaya neden olan denetimsizlik ve ihmalkârlıktan hükümeti sorumlu tutmasından daha doğal bir tepki ortaya çıkamazdı. 

Üstelik Erdoğan Soma’da yaptığı konuşmada ölümlerin madenciliğin fıtratında olduğunu söyleyerek 19’ncu yüzyılda Avrupa’da yaşanan çok ölümlü kazalardan örnekler vermiş ve bu şekilde kayıp ailelerine trajediyi doğal karşılamaları gerektiği imasında bulunmuştu. Erdoğan’ın gazetecilerin sorularına cevap verirken madende can verenleri “eks olanlar” diye nitelediği de duyuldu. 

Erdoğan’ın bu ifadelerinin acısı henüz çok taze olan Soma halkının tepkisini daha da büyütmesi kaçınılmazdı. Neticede Erdoğan Soma sokaklarında “Başbakan istifa” sloganları ve “yuh” sesleri altında yürümek zorunda kaldı ve bu sırada koruma görevlileri tarafından bir markete yönlendirildi. 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın protestolar altında girdiği markette ülkesinin bir vatandaşına tokat attığı yolundaki haberler 14 Mayıs akşamı sansasyon yarattı. Taner Kuruca adlı bir kişi alışveriş yapmaya gittiği markette birden bire Başbakan’la yüz yüze kaldığını ve Başbakan’dan tokat yediğini iddia etti. Kuruca, Erdoğan’dan şikâyetçi olmayacağını da söyledi. Video görüntülerinde ise Başbakan’ın iki eliyle Kuruca’yı birkaç saniye boynundan tuttuğu ve bu sırada “Ne kaçıyorsun” dediği net biçimde duyuluyor. Ardından Kuruca’nın Başbakan’ın korumaları tarafından kıyasıya dövüldüğü görülüyor.

Erdoğan’ın müşaviri Yusuf Yerkel’in de aynı gün iki özel harekât polisi tarafından yere düşürülmüş bir protestocuyu tekmelerken çekilmiş fotoğrafları tüm dünyaya servis edilmekteydi. 

Erdoğan’ın varsayılan bir demokraside en doğal hak olarak kabul edilmesi gereken eleştiri ve protesto karşısındaki duyarsız, kibirli, tahammülsüz ve realiteden kopuk tutumu Türkiye’nin sorununun büyümekte olduğunu gösteriyor.

Access the Middle East news and analysis you can trust

Join our community of Middle East readers to experience all of Al-Monitor, including 24/7 news, analyses, memos, reports and newsletters.

Subscribe

Only $100 per year.